29 Mayıs 2018 Salı

İSMET İNÖNÜ VE “KARŞI DEVRİM” - HÜSNÜ MERDANOĞLU

İSMET İNÖNÜ VE “KARŞI DEVRİM”
HÜSNÜ MERDANOĞLU
Yeryüzünde insan onurunu en çok yaraşır içerikteki “Kemalist Devrim’”i gerçekleştiren Mustafa Kemal Atatürk, kendi döneminde tam bağımsızlığa dayalı yeryüzünün en saygın ülkelerinden birisi olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
NATO güdümünde olmayan, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, Kopenhag Ölçütü ve dayatmaları bilmeyen, tam bağımsızlığa dayalı, kendine yeten ve komşuları ile iyi ilişkiler içinde olan, Balkan ve Sadabat Paktı bağlamında ulusal sınırlarımızı güven içine alan Atatürk, Kemalist Devrim’in korunması ve sürekliliği için; askeri, ekonomik, sosyal, siyasal içerikli önlemler almakla birlikte, söz ve söylemleri ile de Devrimin korunması için öneri ve uyarılarda bulunmuştur.
Atatürk’ün bu uyarılırından birisi; "Biz büyük bir Devrim yaptık. Memleketi bir çağdan alıp, yeni bir çağa götürdük. Birçok eski kurumları yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir. .." içeriğindedir.
Ne var ki, Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllarda, önce Atatürk’ün savaştığı Batı ve Batı’nın uzantısı olan ve Kemalist Türk Devriminin dünya devletleri karşısında tescili anlamına gelen Lozan Antlaşması’nı onamamış bulunan Amerika Birleşik Devletleri ile uluslararası işbirliğinden öte, teslimiyetçi bir siyaset izlenir olmuştur.
Teslimiyetçi dış siyaset; içerde ve dışarda fırsat bekleyenleri, Kemalist Devrime karşı “Karşı Devrim” cephesinde buluşturmuştur.
Atatürk’ten sonraki Türkiye yöneticilerinin, ABD’ye yaranma ve teslim olma çabalarında; Rusya’nın, Türkiye’den toprak istemiş olmasının etken olduğu savunulmuş ve savunulmaktadır.
Bu bağlamda; Cumhuriyet Gazetesi’nde 26 Aralık 2006 günü yayınlanan iki ayrı yazı “İsmet İnönü” başlığını taşıyordu. Ne var ki, aynı konu işlenmekle birlikte iki yazı arasında kimi çelişkilerin bulunduğu dikkat çekmektedir.
Bu yazılardan birisi Ertuğrul Kazancı’nın yazsıdır (Sayfa;2). Sayın Ertuğrul Kazancı yazısında;
“İnönü'nün, Atatürk'ün ardılı olarak 1946 yılına kadar özenle sürdürdüğü başarıları bellidir.” tümcesiyle İsmet İnönü dönemine ihtiyatla yaklaştıktan sonra;
“Köy Enstitüleri, ulaşım ve sağlık politikaları, KİT’lerin genişletilmesi ve en önemlisi de İkinci Dünya Savaşı'ndan akıllıca uzak duruş önemli ‘kamu yararı’ siyasetleri” olarak vurgulayarak;
“1925 Tarihli ‘Türk Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın 1945 yılında sona ermesinden sonraki gelişmeler, dış politikada bambaşka bir yolu da beraberinde getirmiştir. Sonraki yıllarda sahteciliği anlaşılan ve; ‘Sovyetler, Türkiye'den toprak istiyor, boğazlarda üs talep ediyor’ şeklindeki gerçek dışılık, ‘Missouri’ gemisini Türkiye'ye getirmiştir” tümcelerine yer vermiştir.
Aynı konuyu işleyen (Sayfa;4) Sayın Ali Sirmen ise;
“… 2. Dünya Savaşı sonrası dünyasının ve Stalin'in, Türkiye'nin bağımsızlığını hedef alan toprak ve üs talepleri dolayısıyla ülkemizin içinde bulunduğu koşullan iyi bilmek ve değerlendirmek gerekmektedir.” tümcelerine yer vermiştir.
Kanımca, İsmet İnönü dönemini en yalın biçimiyle inceleyen, belge ve kaynakları dayandığı için inandırıcı yapıtların önünde gelen yapıt; Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim” adını taşıyan yapıttır. Bu yapıtta, Atatürk’ün yakın arkadaşı İsmet İnönü döneminin, “Karşı Devrim” olarak değerlendirilmiş olmasını, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olduğunu belirterek önce, Rusya’nın, Türkiye’den toprak isteyip istemediğine açıklık getirmek için söz konusu yapıtın ilgili bölümünden kısa bir altı yapmak istiyorum.
“SSCB, 1925 tarihli Türk-Sovyet Tarafsızlık Ve Saldırmazlık Antlaşması’nı 19 Mart 1945’de feshettiğini bildirdi. Bu durumun ortaya çıkardığı gerginlik sürerken SSCB bu kere 7 Haziran 1945 günlü bir nota ile doğu sınırımızda kendi yararlarına bazı düzenlemeler yapılmasını, Boğazları da kendisine üs verilmesini ve buranın iki devletçe ortaklaşa savunulmasını, Montreux Sözleşmesi'nin ikili bir antlaşma yapılarak değiştirilmesini istedi. Türkiye, bu önerileri geri çevirdi, ancak SSCB, 7 Ağustos 1946 ve 25 Eylül 1946'da iki nota daha vererek bu isteğim yeniledi. Bu arada, … İstanbul'da başta Tan olmak üzere bazı gazete ve dergi bürolarıyla birlikte bir Sovyet vatandaşına ait bir kitapevinin de bazı guruplarca yıkılıp dağıtılması, Türk-Sovyet ilişkilerini daha da gerginleştiren bir başka olay oldu.”
Elbette, emperyalist emeli olan ülkelerden birisi de SSCB idi. Türkiye’yi, SSCB emperyalizminden korumak görünümü altında, Amerikan emperyalizmine yanaştırmak için, örtülü ya da açık görevler üstlenmiş olanlar, üzerlerine düşenleri yapmışlardır. Ancak, henüz Kuvayı Milliye döneminin uzantısı olarak TBMM’nde bulunanların, bizzat Atatürk’ün yanında bulunmuş olanların yaklaşan tehlikeyi görmeleri gerekir idi.
Ne var ki, değil tehlikeyi görmek, (aynen Irak’ı işgale gelen ABD askerlerini -televizyon ekranlarına yansıdığı üzere- öperek karşılayan, bugün sadece özgürlüğünü değil namusu da tehlike altında olan Iraklılar gibi), ABD’yi göklere çıkaranların, daha da ileri giderek “Peygamber” gibi görenlerin, bizzat TBMM üyelerinin olduğunu yine Sayın Çetin Yetkin’in “Karış Devrim” inden öğreniyoruz.
“Mehmet Akif in yazdığı İstiklâl Marşımızı Meclis'te ilk kez okuyan, ‘milliyetçi’, Türk Ocağı başkanlığı yapmış olan Hamdullah Suphi Tanrıöver'in TBMM kürsüsünden söyle¬dikleri gerçekten de us şuurlarını zorluyor:
".....milletler hâlâ endişe ile bakıyor. Işık nereden geli¬yor? Bu ışığın bir membaı var: Yine Amerika. Ümit nereden ge¬liyor? Amerika 'dan. Güven nereden geliyor? Amerika 'dan."
“Bu ses nihayet Amerika'dan Peygamber gibi temiz ve kusursuz olan büyük insanın, büyük Rozvelt'in sesi olarak ufuk¬lara aksetti. İnsanları esaret altında bırakmayacağız, medeniyeti yıktırmayacağız diyen bu azametli ses Rozvelt'in vatandaşlarının sesleriyle birleşerek ufuklarda gulguleler vücuda getirdi. Bundan sonra Amerikalılar açların imdadına ve silâhları ellerinde olarak esir milletlerin muavenetine koştular..... Bugün bu büyük milletin insanlara yaptığı yardımı hatırlayıp, teşekkür giderken, Peygamber gibi temiz ve kusursuz Rozvelt'i, onun halefi olan kıymetli devlet adamı Truman'ı hürmetle selâmlar ve milletinin insanlık yolunda da, sulhte de beşeriyete yardımda beraber olacağını söylemekle iftihar duyarım.”
Öte yandan, Amerikan Missuri gemisinin İstanbul’a gelmesi (Nisan 1946) ve bu geminin, ulusal onurumuza yarışmayan içerikteki karşılanma hazırlıkları ilgili olarak, “Karşı Devrim” yapıtında şu satırlar yer almaktadır:
Atatürk, antiemperyalist ulusalcılık düşüncesinin önderidir. Antiemperyalist ulusalcılığın üç temeli bulunduğu bilinir. Birincisi, bağımsızlıktır. İkincisi, ülkeyi azgelişmişlikten kurtarmak ve kalkınmış bir duruma getirmektir. Üçüncüsü ise, halka ulusal kimlik, kişilik, ulusal bilinç kazandırmaktır. Çok kısaca formüle edersek, bence Atatürkçülük; bağımsız vatan topraklarında, bir ulus olma bilinciyle, başı dik, onurlu, sırtı pek, karnı tok "insan" olmak demektir. 1945-1950 sürecinde ise, bu üç temel de ağır bir biçimde yaralanmış bulunduğu gibi; onur sahibi olanların onurları kırılmış, başları öne eğilmiştir. Doğru, gerçi kimilerinin de sırtı daha kalınmış, göbekleri daha şişmiştir ama C.H.P’nin 6 Ok'unun "Cumhuriyetçilik" dışındakiler kırılıp bir yana atılmıştır. Özellikle de "Milliyetçilik" oku! O, kırılmakla da kalmamış, anlamı da kaydırılıp saptırılmıştır. Milliyetçi olmak. Amerikancı olmak ve Amerika'nın karşı çıktığı her şeye karşı çıkmak, tuttuğu her şeyi tutmakla eş anlamlı bir duruma getirilmiştir. Missuri'nin ülkemize gelmesi ise, bu gidişin tetiğinin çekilmesi anlamını taşıyordu.
Gemi ve tayfaları askeri törenle karşılanmıştı. Bu doğaldı ve gelenek gereği idi. Ama, "konuklar"ı ağırlamak ve onurlandırmak için yapılanlar da işin ölçüsü adam akıl kaçırılmış bulunuyordu. Bunlardan birkaçı şöyleydi:
1.Armağan olarak gümüş bir levha verildi.
2.Hereke'de özel olarak bir halı yaptırıldı, bu halı geniş bir salonu kaplayacak büyüklükteydi, halının üzerine İstanbul'un bir haritası kabartma olarak işlenmişti.
3.Dolmabahçe'de, Amerikalıların dolarlarını Türk parasına çevirmek üzere özel bir büro açılmıştı.
4.Tekel, özel olarak yaptırdığı ve 50'şer adetlik, üzerinde "Missuri" yazan kutular İçindeki sigaraları satışa çıkardı. Bu kutuların üzerine Türk ve Amerikan bayrakları konulmuş ve İngilizce olarak da "Hoş geldin Missuri" yazılmıştı. Ayrıca kutunun üzerinde bir de Missuri'nin resmi vardı.
5.PTT, bir "Missuri Serisi" pul çıkarmıştı.
6.Amerikalı denizceler için özel olarak Türk şekerleri hazırlanmıştı.
7.İstanbul Belediyesi Amerikalı denizciler için gece yarısından sonra Dolmabahçe-Taksim arasında gidip gelebilmeleri için 12 otobüs ayırmış bulunuyordu.
8.Bununla da yetinilmemiş tüm taşıtlar Amerikalıların emrine verilmişti ve bunlara hiçbir ücret ödemeden bine biliyorlardı.
9.Sinemaların balkonlarındaki ve tiyatrolardaki 80 kişilik yer ücretsiz olarak Amerikalılar için ayrılmıştı.
10. Amerikalı bahriyelilerin isteği olan; İstanbul’daki Türk kızlarının saat 6’dan sonra eve gitme mecburiyetlerinin kaldırılması (Türk kızlarının daha uzun süre Amerikalılarla birlikte olması için), Türk gazetecisi tarafından analara duyuruldu.
11.İstanbul’daki genelevlerin duvarları boyandı.
Söz konusu yazısında Ali Sirmen, “Bugün Türkiye'de çok partili bir rejim varsa, eğer demokrasi ya da benzeri bir yönetim biçimi egemense, bunu İsmet İnönü'ye borçlu olduğumuzu kimse yadsıyamaz.” saptamasında bulunmaktadır.
Bu bağlamda, Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim” yatında da kimi saptamalar bulunmaktadır şöyle ki;
“Bugün pençesinde kıvrandığımız IMF, Dünya Bankası ve dış borçlar, İnönü döneminin bize armağanıdır.

Türkiye'nin bağımsızlığı İnönü döneminde zedelenmiştir. Emperyalizme teslim olmak bu dönemde başlamıştır.
Aydınlanınız, yazarlarımız, şairlerimiz İnönü döneminde öldürülmüşler, hapislere atılmışlar, polisçe izlenip durmuşlardır.
...
İnönü, önce devrim karşıtlarını önemli görevlere getirerek ama daha da önemlisi devrimlerden ödün üstüne ödün vererek, üstelik dini siyasete âlet ederek, demokrasinin önünü böylece kendisi tıkamıştır. Öte yandan, yılların planlaması ve çabası sonucunda yaratılan Köy Enstitüleri'nin devrim düşmanlarınca acımasızca yıkılmasına göz yummasaydı, göz yummak ne demek, baş yıkıcısı Reşat Şemsettin Sirer'i Millî Eğitim Bakanı yapmasaydı, demokrasinin önündeki başlıca engel olan cahillik, boş inançlar, ağalık, şeyhlik... ten bugün iz kalmamış olacaktı.
...
Demokrasi ancak tam bağımsız bir ülkede var olabilir. Çünkü, demokrasi demek, halkın/ulusun kendi özgür istenci ile kendisini yönetmesidir.
...
İktidar ve muhalefet partileri böyle olan bir ülkede, hangi demokrasiden söz edilebilir ki?
İnönü'nün CHP seçimlerden yenik çıkınca iktidarı DP'ye devretmesini ise başlı başına eski Millî Şefin yüce kişiliğinin bir sonucu olarak gösteriyor kimileri de. İyi de, ülkeye demokrasi getirdim diye övünen İnönü'den başka ne yapması beklenebilirdi ki? Seçimi yitirenlerin iktidarı seçime kazanana devretmesi en olağan davranış değil midir ki, bunda bir yücelik görülüyor? Hem sonra, iktidarı devretmemek elinde miydi? Sözü uzatmamak için, 27 Mayıs 1960 ihtilâlini gerçekleştiren subaylardan Suphi Karaman'ın son bölüme aldığım şu sözünü anımsatmakla yetineceğim:
‘50'lerden önce de bana göre, Halk Partisi 60'dan önceki Demokrat Parti durumundadır. Ama bir seçimle kendini sıyırabilmiştir... ‘ "
***
Sayın Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim” adını taşıyan yapıtını okuyup da, “karşı devrim süreci”nde, İsmet İnönü’nün karşı devrimci olmadığını kanıtlayamayanların (merhum İsmet İnönü’nün maddi ve manevi mirasından yararlanan evlâtları ile eli kalem tutan bütün yakınları, İsmet İnönü’nün yakınında bulunmuş olmakla övünenler de dahil), İsmet İnönü’den saygı ile söz etmeye hakları olmadığı kanısındayım.
Ayrıca belirtmek isterim ki, Atatürk’ün yakın arkadaşı İsmet İnönü’nün “Karşı Devrim”ci olmadığının kanıtlanması, bir Kemalist olarak en çok beni sevindirecektir.

"ADD’Yİ İLK OLAĞANÜSTÜ GENEL KURULA TAŞIYAN SÜREÇ" - HÜSNÜ MERDANOĞLU

ADD’Yİ İLK OLAĞANÜSTÜ GENEL KURULA TAŞIYAN SÜREÇ
HÜSNÜ MERDANOĞLU
1994 Mayıs ayında yayına başlayan, beşbin adet basan birinci baskısı kısa sürede tükendiği için ikinci baskısı yapılan ve bir süre düzenli olarak yayınlanmış olan, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi’nin yayın organı olan “Atatürkçü Düşünce Dergisi”nin sayfaları arasında kimi gerçekleri görmek mümkün.
Bu yazıda; ADD Genel Başkanı Sayın M.Suphi Gürsoytrak’ın söz konusu Dergiye yansıyan yazılardan yararlanarak, ADD’de patlayan ve bir kişinin ölümüne neden olan bombanın nedenleri ile ADD’nin İlk Olağanüstü Genel Kurul’a taşınması sürecini aydınlatmaya çalışacağım.
ADD’nin 3 üncü Olağan Kurultayı 29 Mayıs 1994 günü yapılmış, bu Kurultay sonrasında Genel Başkanlığa seçilen Süreyya Hami Şehitoğlu’nun 31 Mayıs 1994 günü ameliyat sarasında yaşamını yitirmesi üzerine, M. Suphi Gürsoytrak Genel Başkan’lığa seçilmiştir.
Gürsoytrak, Genel Başkan seçilmesini izleyen günlerde, ADD’nin yayın organı Dergiye yazdı aşağıda kim örneklerini bulacağınız yazılarla, ülkemizin içinde bulunduğu koşullara dikkatleri çekmekle birlikte, Kemalist dik duruşu nedeniyle kendisi de dikkatleri üzerine çekerek, ADD’nin İlk Olağanüstü Genel Kurulu’na taşınması süreci başlamıştır.
“Ulusumuz yeni bir SEVR zorlamasıyla karşı karşıyadır. Bu amaçla çalışanlar ne yazık ki, büyük ümitlerle kurduğun Yüce Meclis'e bile sızabilmişlerdir.
Diğer taraftan derinden ve sinsice çalışan, bol kaynaklarla beslenen bir grup da, çağdaş ve uygar boyutta yapılandırdığınız ulusumuzu, ortaçağ karanlığına çekmek için var gücüyle çalışmaktadır.
Uluslararası sermaye ile işbirliği halinde olan diğer bir grup da, serbest piyasa karmaşası altında, Ulusun ve ülkenin kaynaklarını ve iktisadi kuruluşlarını bir süredir yağmalamakla meşgul.
...
Bu karanlık koşullara karşın gençliğe hitabenizin bilincinde olan Atatürkçü Düşünce Derneği üyelerinin M. Genel Kurulu'nda seçilmiş Genel Merkez Yönetim Kurulu olarak; sana minnetimizi, devrim ve ilkelerine olan bağlılığımızı, çağdaş uygarlık yolunda sürekli ilerleme ülkümüzü, özgür, demokratik ve laik Cumhuriyetimizi koruma azmimizi belirtir, yüce huzurunda saygıyla eğiliriz.
M. Suphi GÜRSOYTRAK Genel Başkan"
(Gürsoytrakı’ın, Anıtkabir defterine yazdığı tümcelerlerden, Atatürkçü Düşünce Dergisi, Haziran 1994, s.7.)
“… Bugün Güneydoğu bölgesi bir etnik grubun batılılarca kışkırtılması üzerine kandırılmış bazı vatandaşlarımız aracılığı ile büyük bir insan ve toprak parçasının koparılmak istediğini görüyoruz. Bunu da dışardan kaynaklanan ve Türkiye’yi bir yerde güçsüzleştirmeyi amaç edinen batılıların Türkiye’ye yönelik tertiplerin bir uygulaması olarak algılamaktayım.”
“(Batı) nasıl Güneydoğu’da Türkiye’nin bir parçasını koparmak isteyen PKK hainlerine ve onların siyasal yardakçılarına destek çıkıyorsa, aynı şekilde hükümetimize ‘Devleti Küçültün’, ‘Özelleştirme Yapın’, ‘Kamu sektörünü tasfiye edin’ gibi telkinlerde yapmakta, bunun için de aracı olarak IMF ve Dünya Bankasını kullanmaktadır. Bir özelleştirme yasası çıktı şimdi ne olacaktır? …. Türkiye’de bunları alabilecek sermaye sahibi olmadığına göre bunların büyük bir olasılıkla Yahudi, Rum, Ermeni sermayedarları ile yabancı sermayenin eline geçmesi olasılığı son derece yüksektir.” (AD Dergisi, Yıl;1, Sayı;5, s.3-4.)
“Cumhuriyetin kuruluşunun yetmiş birinci yılını yaşadığımız bugünlerde özgürlükçü, çoğulcu, laik, hukukun üstünlüğüne dayanan sosyal hukuk devletimiz, ülke ve millet bütünlüğümüz; yurtiçinden ve dışından büyük ve fiili tehditlerle karşı karşıya bulunmaktadır.
Bu tehditleri oluşturanlar:
1) Özellikle, Güneydoğu'da bir Kürt devleti kurmak isteyenler,
2) Ülkemizde şeriata dayanan bir İslâm devleti kurmak isteyenler,
3) Küreselleşme bahanesiyle sosyal devleti ortadan kaldırmak isteyenler olmak üzere belirtilebilir.
Washington kaynaklı koşullarda yapılan 12 Eylül müdahalesiyle iktidara gelen K. Evren-T. Özal ikilisinin oluşturduğu baskı rejimi altında uluslararası kapitalizmle bütünleşmeyi amaçlayan "24 Ocak Kararları" gereğince uygulanan sosyal, kültürel ve ekonomik politikaların devleti büyük ölçüde borca sokması ve Amerikancı dış siyaset izlenmesi, yüksek enflasyon siyasası izlenmesi, yolsuzlukların üzerine gidilmemesi ve vergilendirmede gerekli düzenleme, genişleme ve düzeltmelerin bilinçli olarak yapılmaması sonucu Türkiye halkı ve devleti yukarıda belirttiğimiz tehditlerle karşı karşıya getirilmiş bulunmaktadır. Adeta yeni bir "Sevr" uygulaması sinsice yürütülmektedir. Son aylarda Batılı ülkelerce, insan hakları konusunun Türkiye'yi parçalama aracı olarak ısrarla kullanılmaya çalışıldığını gözlemekteyiz. Tarihsel olaylara baktığımız zaman insanların, toplumların ve ulusların ilişkilerinin temelinde hep "sömürü-ekonomik çıkar" yattığını saptamaktayız.”
“Türkiye, üç demir-çelik fabrikası, petrokimya tesisleri, petrol rafinerileri, gelişmiş otomotiv endüstrisi, güçlü tekstil sanayii, etkin savaş sanayii, engin tarım kapasitesi, zengin hayvan varlığı, çeşitli bitki örtüsü, büyük su kaynakları, milyonlarca çağdaş eğitim gören gençleri yetişmiş iş gücü, ulusal gururu yüksek, zengin insan kaynakları, geleneksel disiplinli askeri gücü, yüksek moral gücü, çağdaş devlet yapısı, güçlü bürokrasisi ve ülkenin jeostratejik konumunun sağladığı avantajlar, ileriye atılmaya hazır 'büyük bir potansiyel gücü simgelemektedir.
Öyleyse Türkiye daha çok güçlenmeden durdurulmalı, denetim altına alınmalı, bağımsız hareket kabiliyeti kısıtlanmalı, giderek ortadan tamamen kaldırılmalıdır. Bu maksatla içeride çıkarılacak olaylarla daima meşgul edilmeli ve kalkınmaya harcayabilecek kaynakları bu olaylara ve silah alımında tükettirilmelidir. Bu amaçla etnik ve mezhep ayrılıkları, sağ-sol çatışmaları teşvik edilmeli, siyasal görüş farklılıkları keskinleştirilmeli, partiler olabildiğince parçalanmalı devlete ve hükümete güven duygusu olabildiğince yok edilmeli, toplumda her türlü çürümüşlük geliştirilmeli, sosyal sınıf ve katlar arasındaki farklar keskinleştirilmeli, asayiş ve güven duygusunun yok edilebilmesi için sürekli sabotajlar, anarşik olaylar tezgâhlanmalı, devlet, mali gücünün üstünde borçlandırılarak sürekli Batı'nın mali kaynaklarına bağımlı duruma getirilmeli, bağımsızlık savaşı değer yargıları ile geliştirilen planlı ve karma ekonomiyle gerçekleştirilen sosyal devlet modeli, liberal devlet yapısına dönüştürülmeli, laik devlet rejimine karşı dinsel devlet modeli teşvik ve ileri sürülmeli, ulus birliği, devlet tekliği ve ülkenin bütünlüğü parçalanmalı ve ne pahasına olursa olsun, ulusal birlik ve kimliğin, özgürlük ve bağımsızlık hareketinin sembolü Mustafa Kemal Atatürk yıpratılmalı ve yok edilmelidir.” (Atatürkçü Düşünce Dergisi, Yıl;1, s;7; Kasım 1994, s.7-8)
“Avrupa Birliği, Gümrük Birliği'ni imzalayacaktır. Çünkü Altmış, yetmiş milyonluk Türkiye pazarını kendi kontrolü altına alabilecektir. Türkiye'nin ekonomik değeri olan her türlü sanayi tesislerini çok ucuza satın alabilecek veya elde edeceği hisse çoğunluğu ile yönetimi ele geçirmiş olacaktır…. Kendisine rakip göreceği tesisleri el değiştirmeye veya iflasa zorlayabileceklerdir. … objektif değerlendirmelerden de anlaşılacağı gibi, tam üyeliğe kabul edilmeden imzalanacak bir Gümrük Birliği, mevcut hükümeti ve bazı sermaye kesimlerini kurtarır ama, Türk halkını içinden çıkılamaz bir badirenin içine sürükleyebilir. Hele, bütün koşulları, Avrupa Birliği üyelerinin yararına olan anlaşma için, Yunanistan zorluk çıkarıyor endişesiyle ulusal çıkarlarımızdan bazı açık veya gizli ödünler vermeye kalkmak, sorumlularını ebediyen lanetlenmekten ve hesap vermekten asla kurtaramaz. … Osmanlı Devleti, Kırım Savaş'ından sonra 1856 yılında yapılan PARİS Antlaşması’na göre Avrupalı sayıldı, hukukundan yararlanması kabul edildi ve toprak bütünlüğü Avrupalı devletler tarafından kabul edilmişti. Aynı Avrupalılar değil mi, Türkleri Asya'ya sürmeye kalkan?.. Tarih ancak güçlü olanların, bağımsızlık ve özgürlük duygulan yüksek olan ulusların varlıklarını ezel ebet sürdürebileceklerini göstermektedir.
(AD Dergisi, Yıl: 1, Sayı; 10, Şubat 1995, s. 2-3)
İşte bu ulusalcı antiemperyalist, bölücülüğün ve gericiliğin arkasında emperyalizmin olduğunu vurgulan söz ve söylemlerin yazıya döküldüğü günlerde ilk bomba, 27 Şubat 1995 günü ADD Genel Merkezi tuvaletinde patladı. ADD Genel Merkezi’ni bombalamak amacıyla, bomba düzeneğini ayarlamak için tuvalete giren Cahit adında bir kişinin patlattığı bombaydı bu bomba.
Dernek çalışanlarına ya da üyelerine bir şey olmamış, Cahit’in kendi canının yok olduğu bu bombalama olayından sonra, Cahit’in cansız bedeninden kopan parçaları, insan olma özelliğine yaraşır bir özenl bir araya getirerek toplamayı, Dernekte şapkası ile sembolleşmiş emekli öğretmen “Şapkalı Kadın” Seher Yıldırım üstlenmişti.
Bir başka emekli öğretmen Mehmet Akün, Derginin Mart 1995 sayısında Cahit için şunları yazdı:
“Derneğe vardığımda koridora sıçramış kanlar, parçalanmış lavabo taşları, yerinden sökülmüş tuvalet kapısını gördüm. Ne olacaktı? Aile bütçesine üç-beş kuruş katkı sağlamak uğruna çay servisi yapan Sultan bacımız, belki sevgili başkanımız, belki başkaları, belki ben, ama senin hiç mi hiç tanımadığın insanlar yaralanacak, ya da öleceklerdi. Bir süre durgun, donuk gözlerle senin ölümünden kalan izleri inceledim. Ama sana hiç kin duymadım. Sadece ‘derneğe daha çok uğrama’ kararı aldım.”
Öyle de oldu;
Bu olaydan sonra Dernek insanlarla doldu taştı, Dernek üyeleri birbirlerine bir başka kenetlendiler. Etkinlikler üyelere gönderilen çağrı mektupları ile duyurulmaya başlandı, telefon zincirleri oluşturuldu, üye sayısı o denli arttı ki, bir ayda on bir üyenin kaydının yapıldığı, onlarca şubenin açıldığı oldu. Komisyonlar kuruldu. Kırsal yörelerindeki halka ulaşıldı. Okullarda ve halka verilen konferanslara katılanların sayısı yüz binleri geçti. Dernek kurumlaşmayı sürdürürken, Genel Başkan Suphi Gürsoytrak emperyalizme karşı dik duruşunu, içerideki bomba patlayıncaya dek sürdürdü.
“ Arap ülkelerinin su hakları bahanesiyle (Fırat-Dicle) konusunda, Suriye ve Irak'ın yanında Türkiye'ye karşı açıkça (cephe aldılar). Bu konuda İsrail’in de Arap ülkelerinin yanında yer aldığı dikkatten kaçmamaktadır.”
“Esasen Körfez Savaşından önce Pentagon'da ve denetimlerindeki "Tink-Tank" (Düşünce üretim grubu) kurumlarınca üretilen strateji çalışmalarında, su yüzünden Türk-Arap savaşı çıkacağı sürekli işleniyordu. Irak'ın Kuzeyi'nde oluşturulmaya çalışılan uydu "Kürt devleti" çalışmaları da dikkate alındığında, Güney ve Güney-doğu bölgemiz de Potansiyel bir tehlikenin varlığı ve büyüklüğü, ulusça bu konuda da ne kadar dikkatli olmamız gerekliliğine işaret etmektedir.”
“Ayrıca, gerek İsrailli işadamlarının, gerekse bazı Batılı ve Arap işadamlarının GAP yöresinde, Özellikle toprak almaya ve iş kurmaya çalışmaları da oldukça dikkat çekici faaliyetler olarak görülmektedir.” “… çevremizdeki açık ve gizli işbirliğini ve boyutlarını göstermesi bakımından, önemle üzerinde durulması gereken diğer bir ulusal konu olduğu kanısındayız.
(Yıl:3, Sayı;22, Şubat 1996, s.2.)
Mayıs 1996’ya gelindiğinde, yurt içindeki ve yurt dışındaki ADD’lilerle yapılan toplantıda Görsoytrak, kamuoyun önünde son iki yılın hesabını ADD üyelerine verirken söyledikleri, ADD’nin kurumlaşma sürecine girdiğini müjdeleyen Mayıs 1996’da yayınlanan 25 inci sayısında şu tümcelerle yer almıştır:
“Geçen bu iki hizmet yılımız süresince bir taraftan nicelikli büyümemiz sağlanır ve örgütsel noksanlarımız giderilirken, diğer taraftan düşünsel alanda Atatürkçü Düşünce Felsefesi doğrultusunda üyelerimizin ve halkımızın aydınlatılmasına, bilinçlendirilmesine büyük önem verilmiştir.”
Bu amaçla yurtiçinde ve yurtdışında başta bilim adamlarımız, yazarlarımız konularının uzmanları, kültür, sanat ve siyaset adamlarımızın, çeşitli düzeylerde tertiplenen etkinliklere katılmaları sağlanmıştır. Yalnız geçmiş siyasi olayları anımsamak değil, aynı zamanda yaşanan, toplumumuzu ve devletimizi ilgilendirecek siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel olaylar hakkında örneğin özelleştirme, küreselleşme, devleti küçültme, Gümrük Birliği Anlaşması gibi girişimler ile laik devletimizi tehdit eden şeriat yanlıları ile ülke ve ulus birliğini parçalamaya yönelik ırkçı girişimlere karşı her kat ve düzeydeki makamlar nezdinde karşı çıkılmış, ilgili yasaların uygulatılmasına çalışılmıştır. Bu girişimlerimiz ve yapılan konuşma ve açıklamalar genelgelerimizle tüm şubelerimize ve üyemize yansıtılmaya çalışılmıştır.
Keza şubelerimiz gereksinim duydukları kitaplar, fotoğraflar, video ve bantları, kasetler, slâytlar, diğer benzeri eğitim, öğretim ve tanıtım araç ve malzeme isteklerini mevcutlar oranında karşılamaya büyük gayret sarf edilmiştir. Halen yurt içinde ve yurtdışında, oldukça yeni bir dernek olmamıza karşın halkımızın gösterdiği büyük ilgi ve siz değerli üyelerimizin tutarlılığı sayesinde Türkiye'nin en büyük ve en saygın ‘sivil toplum’ örgütü, demokratik baskı gurubu haline gelmiş bulunmaktayız.”
ADD Dergisinin Haziran 1996’ sayısında;
—ABD Temsilciler Meclisi’nin Türklerin, Ermeni soykırım yalanlarına yaklaşımını,
—Türkiye’de Çekiç Gücün varlığını eleştiren Görsoytrak;
18-19 Mayıs 1996’da yapılan 4 üncü Büyük olağan Genel Kurulu sonucunda; M.Tevfik Kızgınkaya, Prof. Ningur Noyanalpan, Prof. Ünsal Yavuz, Av. Mehmet Uğurlu, Vahit Yılmaz, Prof. Mustafa Altıntaş, Hüseyin Emre Altınışık, Prof. Özer Ozankaya, Av.Burhan Apaydın ve Nilgün Ersoy’dan oluşan Genel Merkez Yönetim Kurulunda tekrar Genel Başkanlığa seçildi.
10 Kasım 1996 günü milyonları Anıtkabir’de toplayan Görsoytrak öncülüğündeki ADD, her geçen gün büyümeye ve güçlenmeyi sürdürürken Gürsoytrak da, kamuoyunu aydınlatma görevini Dergin 39 uncu sayısında şu tümcelerle sürdürmüştür:
“Birleşmiş Milletlerde Türkiye’nin karşı çıkmasına karşın, ABD’nin Fırat ve Dicle nehirlerini ‘sınır aşan su’ olarak kabul etmesi, GAP dahil bu konularda Türkiye’nin başına büyük sorunlar açacak nitelikte görünmektedir.”
“ABD yönetimine yakın düşünce üretim merkezi (Tink Tank) uzmanları, Balkanlar, Türkiye, Ortadoğu, Asya’daki Türk Cumhuriyetleri bölgesinin geleceğine yönelik bir takım senaryolar üretip durmaktadırlar.”
Ankara’da mütevazı de olsa bir Genel Merkez binası satın alan, her geçen gün üye ve şube sayısı artan, ilgili illerin valiliklerinden alına olurla okullarda, kütüphanelerde, demokratik kitle örgütlerinin toplantılarında ve halkın ayağına gidilerek düzenlenen toplantılarda Atatürkçülüğü anlatan yeterli, nitelikli, bilgili ve özverili kadroları barındıran ADD’de bu kez, Gürsoytrak’ı Genel Başkanlıktan düşürülmesine yönelik girişimler başlamış yani iç bomba patlatılmıştır.
Ünsal Yavuz ile Tevfik Kızgınkaya’nın, Gürsoytrak’a muhalefet ederek Genel Başkan Yardımcılıklarından ayrılmaları, Ningur Noyanalpan, H.Emre Altınışık, Vahit Yılmaz, Burhan Apaydın’ın muhalefete katılmaları ile 24/11/1997 günü yapılan Genel Merkez Yönetim toplantısında, Gürsotrak’a güvensizlik önerisi verilmiş, zamansız ölümü Kemalistler için bir kayıp olan, Kemalist kişiliğini ruhuna yansıtmış bulunan, güler yüzlü, güvenilir ve saygın kişilikli Av. Mehmet Uğurlu ile aynı niteliklere sahip olan, Derneğin kurucularından Dr. Ziya Tinel’in tüm çaba ve gayretlerine karşın İlk Olağanüstü Genel Kurul için adım atılmıştır.
8 Şubat 1998’günü yapılan ve Suphi Gürsotrak’ın listesindeki adayların çoğuncuğunun yönetime taşınmasıyla sonuçlanan ADD’nin İlk Olağanüstü Genel Kurulu ile ilgili değerlendirme, Dergini Şubat 1998 sayısının 13 üncü sayfasında şöyle yapılmıştır:
“Türkiye’deki bir avuç işbirlikçi sayesinde yurdumuzun topraklarını ileri karakol olarak kullanan emperyalist güçler, kişiliğini ve onurunu kaybetmiş yöneticilerden aldığı güçle çizmeyi aşan eylemler yapmaya başlamışlardı. Atatürkçü Düşünceyi, demokrasiyi, laik hukuk devletini, Cumhuriyeti halka mal etme yönünde 1919'ların Kuvayı Milliye heyecanı, mücadele azmi ve örgütlenme dinamizmini yeniden canlandırmak savaşımında olan ADD kendi iç hesaplaşmasını 8 Şubat 1998'de yapılan Olağanüstü Genel Kurul'a taşımak zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı...”
“ADD Genel Başkan Yardımcıları olan Tevfik Kızgınkaya ve Prof. Dr. Ünsal Yavuz'un yönetim ve örgüt içinde daha etkin ve güçlü bir duruma gelmek için 20 Eylül gecesi Genel Başkan'ı Galatasaray Kulübüne konuşmak için çağırmalarıyla başlayan ADD içi sancılar, emperyalizmin uzantısı konumundaki ‘çağdaş mandacı’ mason ve rotaryan örgütlerine mensup Atatürkçülerin takiyesiyle sonuçlanmıştır.”
“Prof. Dr. Ünsal Yavuz, Almanya'daki tüm örgütlerin sorumluluğunun kendisine, Türkiye'deki örgütlerin sorumluluğunun da Tevfik Kızkınkaya'ya verilmesini isteyerek, bu konudaki yetkinin Yönetim Kurulunda olduğunu söyleyen Genel Başkan M. Suphi Gürsoytrak'a cephe almıştır”.
“… Küreselleştirilmiş "Çağdaş mandacılığı" yani "batı"cılığı emperyalizmle koşut sayanların meydana getirdiği kutupların içindekilerle gerçek Atatürkçüleri ayırmaya yol açan Olağanüstü Genel Kurul kararı işte bu koşullarda gündeme gelmiştir.”
“Olağanüstü Genel Kurul'un yapıldığı 7 Şubat günü ise DSİ salonundaki duyarlı delegeler yanlışlardan arınmış, yapıcı ve geliştirici bir tutumla Kemalizm'de Atatürkçülükte de lafta kalmadıklarını gösterdiler. Yeni Sevr haritaları çizilmesinde çorbada tuzu bulunanların, dışardan yönlendirilen ‘batı’cı ve ‘gizli Atatürkçülüklüne meydan vermeyen bir anlayışla hareket eden ‘gaflet, delalet ve hıyanete’ karşı omuz omuza vermiş ve Genel Başkan'ın Kuvayı Milliye listesinin kazanmasını sağlamışlardır.”

“ADD'nin duyarlı üyeleri dışardan yönlendirilen ABD lobilerine, rotaryan uzantısı olan ve coşkuyla akan bir su gibi hızla yol aldığımız bir dönemde su yatağımızı de¬ğiştirmeye çalışan güçlere karşı başlattığı Kuvayi Milliye atılımı ile önümüzdeki günlerde düşün ve eylemlerimizin doğrultusunu belirlemiştir. … ”
Bu değerlendirmede vurgulanan; “çağdaş mandacı”, “mason”, “rotaryan”, “dışardan yönlendirilen ABD lobilerinin” uzantıları ya da “gaflet, delalet ve hıyanet” içinde olan kişilerden, 5 inci Olağan Genel Kurulu sonucunda oluşan ADD yönetimine kimlerin taşındığı hakkında, ADD Dergisinde bir bilgi bulunmuyor. Ancak, 5 inci Olağan Kongrede yönetime seçilenleri, İlk Olağanüstü Kongre’de “Kuvayı Milliye listesinin” karşısında yer alanların desteklediği biliniyor.
Haziran 1998’de yapılan 5 inci Olağan Genel Kurul sonrası Genel Başkanlığına seçilen emekli bir hukukçunun, kapağında kendi öz deyişinin yer aldığı Derginin, Haziran 1998 sayısında açıkladığı;
“Birbirimizi dinleyecek, sevecek, sayacak, Genel Merkezle sıkı iş biriliği içinde, aykırılık ve çelişkilere düşmeden bayrağı daha yükseklere çıkararak bizden sonrakilere teslim edeceğiz” görüşlerini alkışlamamak mümkün değil.
Ne var ki, bu görüşler yönetime yansımamıştır.
500 öğrencinin üniversitelere taşınmasını, 200 öğrenciye karşılıksız ve Derneğe yük olunmadan, gönüllülerin oluşturduğu fon aracılığı ile harçlık verilmesin sağlayan Eğitim Komisyonu başta olmak üzere, başarılı olup olmadıklarına bakılmaksızın bütün komisyon sorumluları değiştirilerek, ADD’ye gönül verenlerin çalıma istek ve azminin kırılma süreci başlatılmıştır.
Üyelikten atılma ve şube kapılma işlemleri, hepsinden önemlisi üyeler arasında kutuplaşma, sürtüşme, didişme gibi olumsuz davranışlar başlamıştır.
Belirtilen süreçte; olumsuzluklara neden olanların birçoğu, belki üstlendikleri görevi başarı ile yerine getirmiş olmanın huzuru ile belki de mahcubiyetlerinden olacak, kendiliklerinden Dernekten uzaklaştılar. Ancak, içlerinden ADD’de kadrolu Genel Sekreter olmayı başaranlar(!) oldu.
Günümüz ADD yönetimi; ADD eşgüdümünde oluşturacağı iletişim organlarıyla, halkımızın ve şubelerimizin her konuda aydınlatılması, ulusal dayanışmasının güçlendirilmesi, olası teklikler karşısında ulusumuzu iri, diri ve uyanık tutulması yönlerinden yönlendirici olmalıdır.
Ancak unutulmamalıdır ki, Çiçero’nun dediği gibi; “Hain, hain gibi gözükmez. Kurbanların dilinden konuşur. Onların yüz ifadesini takınır ve onlar gibi giyinir ve bütün insanların kalplerinde yatan değerlere hitap eder.”
Kemalist bağlamda yeni plân ve projelerin uygulamaya konulmasında işbirliği yapılıp güç biriliği oluşturulurken, görev verilip hizmetinden yararlanacak olanların “kanındaki öz cevhere” dikkat edilmesi gerekir. Aksi halde, kuzu postuna bürünüş kurtlara gün doğmaktadır.
**
ELEŞTİRİ YORUM:
Dursun Ali Ercan bana adlı alıcılara
Diğer seçenekler 23.12.2006
sayın merdanoğlu, makalenizi dikkatle okudum. tek kelime ile enfes.. umarım ders çıkaranlar olur.kutluyorum
selamlar ali ercan

ADD YE HİZMET EDENLERİ SAYGI İLE ANMAK GEREKTİĞİ ANLAYIŞI İLE KALAME ALDIĞIM BİR MAKALEMİ
EKTE BİLGİ VE TARDİRLERİNİZE SUNUYORUM.
SAYGI İLE
HÜSNÜ MERDANOĞLU

Şener Paşa ve ADD -Ergün POYRAZ
Haberler Ocak 9th, 2007
Jandarma eski Genel Komutanı Şener Eruygur, genel komutanlığı döneminde irticai kesimin, AKP’nin ve bölücülerin korkulu rüyası olmuştu. Eruygur’un dönemi Atatürkçü kesimin ise en rahat ve en güvenli günleriydi. Ülke düşmanlarına göz açtırılmayan bu süre Şener Paşa’nın emekliliği ile adeta bitiyor, ardından AKP milletvekillerinin evinde biat edilme dönemi ile başlayan süreç irticai kesimin bayram günleri oluyordu…
Şener Paşa, son ADD seçimlerinde genel başkan olunca malum kesimler bundan son derece rahatsızlık duymaya başladı. En başta Gülen’e yakınlığıyla bilinen Zaman, AKP çizgisindeki Vakit, yine aynı safta yer alan Yeni Şafak gazeteleri olmak üzere gerçek dışı yazılarla Şener Paşa ve ekibine karşı adeta yıpratma kampanyaları düzenlediler…
Antalya’da yayınlanan ve Çetin Yetkin yönetiminde çıkan “Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk” dergisi, Aralık 2006 sayısında Şener Paşa’nın üniformalı resmini ve üzerinde “ADD’de ne yapmak istiyor” şeklinde bir yazıyla kapak yapıyordu.
Derginin kapağını çevirince kendilerini Atatürkçü olarak lanse eden; Prof. Dr. Çetin Yetkin, Prof. Dr. Anıl Çeçen, Hüsnü Merdanoğlu, Ertuğrul Kazancı ve diğer isimlere rastlıyordum.
Derginin dördüncü sayfasında Ülker’in finansörlüğünü yaptığı ve Şaban Gülbahar’ın başkanlığındaki Asam’ın yayın organında yer alan Anıl Çeçen’in “Müdafa-i Hukuk’tan Atatürkçü Düşünce’ye” başlıklı yazısını okurken gülmeye başlıyor ve bu gülmenin sonucunda dergiyi elimden düşürünce bu ekibin Müdafaa-i Hukuktan Atatürkçü Düşünceye nasıl geldiklerini görüyordum.
Atatürkçü (!) derginin arka kapağı Ülker ürünlerinin reklamı ile doluydu. Hani şu Maliye Bakanı Unakıtan’ın bir dönem umum müdürlüğünü yaptığı, Başbakan Tayyip’in distribütörlükte bulunduğu, bir çok AKP’linin ve Saadet Partilinin bünyesinde yer aldığı, Yasin El Kadı’nın, Cüneyt Zapsu’nun ortaklıklarında olduğu Ülker’in reklamları bu Atatürkçülerin(!) dergisinin arka kapağında yer alıyordu.
Maliye Bakanlığı Mali Suçları Araştırma Kurumu’nun raporuna göre, Yasin El Kadı’nın para trafiği izlendiğinde karşımıza en çok Ülker gurubu şirketleri çıkıyordu.
Ülker gurubunun reklamlarının yer aldığı derginin yazarlarından Anıl Çeçen’in, Erbakan’a yakın bir çizgide yayın yapan ve kapağında Erbakan’ın resmi bulunan “Milli Çözüm” dergisinin Mayıs 2005 sayısında yer alan şu sözlerini okuyorduk;
“Türkiye’nin ve insanlık aleminin kurtuluş reçetesi Erbakan’ın projeleridir”
”””Bu yazı http://ilk-kursun.com/2803 sitesinden alınmıştır”””””
**

23 Mayıs 2018 Çarşamba

"DEVLET TİYATROSUNDA EMPERYALİZME ALKIŞ" Araştırmacı, Kemalist Yazar: Hüsnü Merdanoğlu

DEVLET TİYATROSUNDA EMPERYALİZME ALKIŞ

Hüsnü Merdanoğlu

Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı, Devlet Tiyatroları oyuncuları tarafından Ankara’da (Şinasi Sahnesinde) sahnelenen, “Avrupa Komedyası” adındaki oyunu izledikten sonra; işgalin ne demek olduğunu unutanlara, işgalin insan onuruna yaraşmadığını anımsatmayı gerekli gördüm.

“Avrupa Komedyası” oyununda, Avrupa Birliğine girmek çabası içinde olan bir koalisyon hükümeti eleştirilmektedir. Koalisyon hükümetindeki Başbakanın; yürümede zorlanması, ayakkabısını giymeyi unutacak kadar yaşlanmış olması vurgulanmakla, hangi koalisyon hükümetinin eleştirildiği kolayca anlaşılmaktadır. Ancak asıl üzerinde durulması gereken bu ve benzeri eleştiriler değil.

Söz konusu oyunda; partilerinde “ebedi başkan” olmak için heykellerini Avrupa Birliğine götürme uğraşı veren ve bu konuda diğer devletlerden yardım arayışına giren liderler, amaçlarına ulaşmak için ödün üzerine ödün vermekte iken oyunun sonuna doğru ülke, ABD askerleri tarafından işgal edilmektedir.

Senaryo gereği, işgal güçlerinin (emperyalistlerin) generali işgalden sonra yaptığı konuşma da; 1940’lı yıllardan itibaren bu ülkeyi kendilerinin yönettiğini, dış desteği kendilerinin verdiğini, terörist başını kendilerinin teslim ettiğini belirterek, ülkeyi işgalde geç kaldıklarından dolayı özür dilemektedir.

Bu aşamada oyunun sonuna gelindiği için izleyici alkışa hazırlamakta, işgal güçlerini alkışlamak zorunda bırakılmaktadır.

Elbette işgalin ne demek olduğun bilincinde olan, beyinleri henüz teslim alınmamış ulusalcı olma onurunu taşıyan izleyiciler, gerekli tepkiyi koymakta ve alkış yerine yüksek sesle eleştirilerini dile getirmektedirler. Ne var ki, senaryo gereği olsa da işgal güçlerini alkışlama durumunda kalanlarda olmaktadır.

Bu bağlamda; günümüz Irak halkını canından bezdiren, “işgal” koşullarını ve görüntülerini görmezden gelenler, tarihimizdeki işgal gerçeğini unutanlar yakın tarihimize bakmalıdırlar.
***
15 Mayıs 1919 günü; “Osmanlı yurttaşı yerli Rumlar, erkekleri, silahlı; ka¬dın ve çocukları, ellerinde mavi-beyaz Yunan bayraklarıyla ken¬tin caddelerini doldurmuş, saldırganlığa hazır aşırı davranışlarla sevinç gösterilerinde bulunmuşlardır.… Anadolu'yu yangın yerine döndürecek bir vahşet dönemi, o gün İzmir'de başlamıştır.” (1)

İzmir’in işgaline karşı gelinmesi, teslimiyetçiliği benimsemiş olan İstanbul Hükümeti tarafından İzmir’e gönderilen “Saray Kurulu” aracılığı ile engellendiğinden, Türk askerleri Sarıkışla’da bekletilmiştir.

İşgal ile birlikte Yunan güçleri ve onlara öncülük eden Yerli Rumlar, Sarıkışla’ya yönelmişlerdir. Gelişmeleri not eden bir Fransız yetkili gördüklerini günümüze taşımıştır:

"Yürüyüş kolunun önünde çok büyük bir Yunan bayrağı vardı. Herkes çılgınca 'zito Venizelos' diye bağırıyor, sancaktar durmadan bayrağı sallıyordu. Gösteri yapanlar, gürültü içinde gitgide kendilerini kaybettiler. Bu biçimde, içinde çok sayıda Türk askerinin bulunduğu büyük kışlanın önüne geldiler. Kışlada, silâhaltına yeni alınmış yedek subaylar, 56. Süvari Alayı'nın subayları ve düşüncesizce verilmiş emir gereği burada toplanmış başka birçok subay vardı. … silahlarını teslim ettiler. … bu savun¬masız insanlar, birbirlerine sokulmuşlardı. Bu sırada kışladan, tahrikçi bir Yunan ajanı tarafından patlatılan bir tabanca sesi ortalığı çınlattı. Bu, beklenen bir işaretti. Yunan askerleri hemen kışla karşısında mevzi aldılar ve bir ateş yaylımı başladı. … Ateş kesilince elinde beyaz bir bezle bir Türk subay, görüşmeci olarak kışladan çıkmıştı, fakat derhal süngülendi ve yere yıkıldı. … Yunan denizciler gülüşerek Türk subaylara ni¬şan alıyorlardı. Otuz'dan fazla subay vurularak, binecekleri geminin ö¬nünde rıhtıma düştü. Geri kalanlar, türlü hakaretlerle bindikleri gemi¬nin ambarına, hayvanlarla beraber tıkıldılar.

… Rıhtımda ve kışlalar önünde, eşlerinden ya da oğullarından bir haber almak için bekleşen Müslüman kadınlar hakarete uğramış, çarşafları yırtılmıştır. Sokaklar, işlenen cinayetlerin izleri ve artıklarıyla doludur. Öldürmeler giderek yerini hırsızlıklara bırakmaktadır.” (2)

Devlet Arşivinde, İzmir'de, işgalci güçlerin gerçekleştirdiği vahşet ile ilgili olarak şu bilgileri bulunmaktadır: İşgalle birlikte Yunanlılar, Türkleri sıkı bir takibe almışlar, esir alınan Müslümanların burun, kulak ve cinsel organları kesilerek işkence yapılmış, sonra öldürülmüşlerdir. … (3)

Bir Yunan teğmeni, Türk kolordu komutanı Ali Nadir Paşa'ya tokat atmaktan geri durmamıştır. Resmi dairelerdeki kasalar ve dolaplar kırılarak, cami ve mescitler dahil yağmalanmıştır. İşgal gününün bilânçosu; beşbin kadar İzmirli Türk'ün ölümü olmuştur. (4)

Fener Rum Patrikliğine bağlı, Osmanlı yurttaşı bir "din adamı!" görünümündeki İzmir Metropoliti Hrisostomos, bunca vahşetin ya¬şandığı İzmir işgalini, kilisede yaptığı, daha sonra bildiri olarak dağıtılan konuşmasında şöyle kutsamıştır:

"Bugün sizleri, muhte¬şem ve ilahi bir törene davet ettik. Bu öyle bir törendir ki, milletler u¬zun yüzyıllar boyunca, ancak bir kez gerçekleştirme şansına sahip ola¬bilirler. Huşu ve saygıyla eğiliniz, ama başlarınızı dik tutunuz. Kardeş¬ler beklenen an gelmiştir. Yüzyıllık arzular yerine gelmektedir. Ola¬ğanüstü yıllar yaklaşmıştır. Irkımızın büyük umudu, anamız Yunanis¬tan'la birleşmek yolunda, bağrımızı kızgın demir gibi yakan ve kavuran o şiddetli, derin ve yakıcı arzumuz, işte bugün, tarihi minnetle anılması gereken 15 Mayıs günü gerçekleşiyor. Bugünden sonra, büyük vatanı¬mız Yunanistan'ın ayrılmaz bir parçası oluyoruz. Yunan tümenleri, Küçük Asya sahillerine çıkmaya başlamıştır. Yaşasın Helenizm." (5)

İzmir ve yöresinin işgal günlerini yaşayan, Fransız birliklerinde görevli çavuş Richot’un görgü tanığı olarak günümüze aktardığı bilgiler, Yunan kıyımının ne denli acımasız olduğunu kanıtladığı gibi de anımsatması yönünden ilginç olsa gerek.(6)

O günlerde çavuş Richo, Menemen’den İzmir’de bulunan komutanına şunları yazmıştır: "Burada geçen çok üzücü olaylar ve hiçbir yardımcım olmaması nedeniyle, beni buradan almanızı ve Yunanlıların olmadığı bir yere atamanızı rica ederim. … Gar meydanında bir açık hava pazarı kurdular; elbise, gümüş takımları, mücevherler, ayakkabılar gibi yağma edilmiş eşya satıyorlar. Bunlar, İngiliz yetkililerin kendilerine rastladıkları her Türk'ü öldür¬melerini emrettiğini, … söylüyorlardı. " (7)

İzmir’de yapılan kıyımı, izleyen yıllarda TBMM’de Mustafa Kemal Paşa tarafından şu sözler ile dile getirmiştir:

“Yunan orduları, İzmir rıhtımını kana boyadı... En güzel bakımlı yerlerimizi yakıp yıkmaya başladı. Kadın ve çocuklarımız, namus ve iffetimiz ve pek çok ibadet yerimiz, anıt eserlerimizi de içine alarak, Türk adı altındaki her şeye saldırıldı. Her gün Ayasofya'ya haç asıp, gözdağı vermeleriyle hassas duygularımız incindi. Esirler konusunda bile uygun görülmeyen bir zorlama ile asırların onurlu yükünü omuzlarında taşıyan subaylarımız, düşman subaylarına saygı duruşunda bulunmak zorunda bırakıldı. Namus simgemiz olan sancağımıza hakarette bulunuldu.” (8)

Devlet arşivinde;
Yunanlılar tarafından Menemen’de Müslüman halkın kıyıma uğrattıkları, Menemen’de kadınlara tecavüz edildiği, Nazilli ve Aydın’da Müslümanlara karşı yapılan kıyımın dayanılmaz olduğu, Müslüman mahallelerinin tamamının yakıldığı, Nazilli’de öldürülen suçsuz halkın ikiyüz kırk kadar olduğu, Aziziye istasyonunda trenden indirilen yüz otuz kadar Türk’ün kadınlarına, kocalarının önünde tecavüz edildiği, Akhisar’da Halil Paşa ve beş arkadaşının vücutları ikiye ayrılıp, kulak ve burunlarının kesildiği, gözlerinin oyulduğu, Yunanlılar tarafından öldürülen on beş Türk kadının cesedinin Gediz Çayı yöresinde bulunduğu, Türklerin canlı canlı ağaca asılarak altlarında ateş yakıldığı, ezan okutmayıp halkın namaz kılmasının engellendiği, evlerden ve camilerden değerli eşyaların alındığı, Gemlik halkından yetmiş yaşında bir kadına, halk önünde onbeş Yunan askerinin tecavüz ettiği, Uşak ve yöresinde Müslüman mezarlarının kazılarak çıkarılan cesetlerin başlarını keserek Rum çocuklara verip başlar ile top oynatıldığı, yüksek miktarlarda taşınabilir, mal, malzeme ve kıymetli eşyanın Yunanistan’a götürüldüğü gibi birçok kıyım yapıldığı (9) belgelidir.

Dahası, “…Yakılan bağ ve bahçeler, korkunç biçimde parçalanmış cesetlerle doluydu. Kadınlar, ırzına geçildikten sonra ağaçlara çarmıha gerilmişti. Çocuklar, canlı olarak samanlık kapılarına çakılmıştı. Bütün bu dehşet sahnelerinin üzerinden, bir de yanmış insan cesetlerinin mide bulandı¬rıcı kokusu geliyordu …” (10)

İşte, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde başlayan Türk Ulusal Bağımsızlık (Kurtuluş) Savaşı, bu vahşeti durdurmayı ve bağımsızlığı sağlamayı gerçekleştirmeye yönelik olmuştur. Kuvayı Milliye’nin (Ulusal Güçlerin) örgütlenmesi ile emperyalizm yenilmiş ülke işgalden kurtarılarak, tam bağımsızlığa dayalı, sömürülen uluslara örnek, Atatürk döneminde yeryüzünün en saygın devleti olan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
**
İşgalin ne gibi vahşet getirdiğinin anımsatılması gerekirken, senaryo gereği de olsa halkımızı işgalcileri alkışlatma yönelik oyunların Devlet Tiyatrosu aracılığı ile oynanması elbette üzücüdür. Ancak beni asıl düşündüren ve ürperten gerçekle oyunu izledikten sonra karşılaştım.

Tiyatrodan ayrılmakta iken, benim gibi tiyatrodan çıkan ve yaşı yaklaşık 7-8 olan geleceğimizin güvencesi bir çocuğun, annesine şunları söylediğini duydum:

“Anneciğim iyi ki Amerikan askerleri var değil mi?”

Evet, hedef yerini bulmakta; “… ilk önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilme”si(11) gereken genç beyinler, emperyalizm kuşatmasını doğal karşılamaktadır.

İnsanlarımızı emperyalizmi alkışlatmaya hazırlanmasını içime sindiremiyorum. Sindirenleri de kınıyorum.

DİPNOTLAR
(1)Metin Aydoğan, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı, Umay Yayınları, İzmir, 2005.s.191.
(2) Aktaran, Berthe Georges Gaulis, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, İstanbul, 1999, s. 56-60.
(3) www.devletarsivleri.gov.tr
(4) Aktaran Zekai Güner, Milli Mücadele Başlarken Türk Kamuoyu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999, s.,162-163.
(5)Aktaran, Metin Aydoğan, agy, s.193.
(6)Cumhuriyet Eğitim Ordusunun bir öğretmeni olarak, Cumhuriyetin Ordusunda askerlik görevini yapmakta olan Mustafa Fehmi Kubilay, 23 Aralık 1930 günü Menemen’i ve tüm yurdu düşman işgalinden kurtaran ve Cumhuriyeti kuranlara karşı ayaklananlar tarafından Menemen’de şehit edilmiştir.
(7)Aktaran, Berthe Georges Gaulis, a.g.y., s. 63-64.
(8) Mustafa Kemal Atatürk’ün TBMM Konuşmaları (13 Ağustos 1923 günlü konuşmasından), www.tbmm.gov.tr/tarhice/atatürk/htm
(9)Arşiv Belgelerine Göre Balkanlar’da ve Anadolu’da Yunan Mezalimi, T.C.Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşiv Dairesi Başkanlığı Yayını, Yanı No: 30, Cilt;II, Ankara, 1996.
(10)Fransız tarihçi Benoit Mechin’den aktaran, Metin Aydoğan, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı” Umay Yayınları, İzmir, 2005, s.207.
(11) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, 1952, Türk İnkılap Tarihi Enstitü Yayınları.

KEMALİST AÇINDAN IRAK KIYIMI - Araştırmacı, Atatürkçü-Kemalist Yazar: HÜSNÜ MERDANOĞLU


KEMALİST AÇINDAN IRAK KIYIMI

HÜSNÜ MERDANOĞLU

Birinci Körfez çıkartması öncesinde, İran ile Irak’ı kaptırıp bu ülkelerin güçlerini zayıflatma amacını güden ABD yetkilileri, o günlerde küreselci bir yaklaşımla; dünyanın kocaman bir köy olduğunu, bu köyde yaşayan insanların, nimetlerden ortak yararlanmaları gerektiği siyaseti sergilemişlerdi.

Günümüzde, imha silahlarını bulundurulduğu ya da Irak halkına özgürlük getirmek bahaneleriyle işgal olunan Irak’ın işgal nedeni, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Afganistan ve Irak işgallerinin gerçek nedenini; “Irak’ı işgal etmeseydik, Müslümanlar, İslâm Birliği’ni kurup, İsrail’i haritadan silerlerdi.”(1) sözleri ile açıklamıştır. Böyle bir birlikteliğin “ İsrail’i haritadan” silebileceğini de dile getiren Dick Cheney, Irak’ta bulunmalarının gerçek nedenini;

Saddam zulmünden Irak halkını kurtarmak,

Irak’ta bulunduğu söylenen kitle imha silahlarını insanlık adına yok etmek,

Ya da Irak’ın 11 Eylül terörünü desteklediği için cezalandırmak olmadığını belirtmiş olmaktadır.

ABD’nin öncülünde Irak’ta bulunan işgal güçleri, Türk-Kürt görünümlü ırksal, Şii-Sünni görünümlü mezhepsel ayrımları içerdiği için ulusal bilincinden yoksun bırakılmış Irak’ı kolaylıkla işgal etmiştir. Saddam zulmünün etkisi ile de başlangıçta tepki gösterme becerisini gösteremeyen Irak halkı, Saddam’ın zulmünü bile aratan vahşet karşısında haklı tepkide bulunmaya başlamıştır. Ne var ki, Irak’ta bulunan emperyalist güçler Irak’ta bulunan işbirlikçilerin de yardımı ile Irak’ın ulusal bağlamda birlikteliğini önlemek için gayretlerini sürdürmektedirler.

Emperyalist güçlerin bu tutumu, 13 Ekim 1918’te Anadolu’yu parçalara ayıran Mondros Mütarekesini ve Sevr Antlaşmasını anımsatmaktadır. Nasıl ki, Anadolu kaynaklarının emperyalist amaçlar doğrultusunda sömürülmesi için, Anadolu’da birliğin önlenmesine yönelik olarak devletçikler kurulmuştu ise, bugünlerde de Irak’ta Kürt, Sünni ve Şii ayrımı kışkırtılmakta, ırksal ve mezhepsel devletçiklerin kurulmasının altyapısı hazırlanmaktadır.

Öte yandan, kendilerinin koruduğu ve yönlendirdiği Saddam’ın oluşturduğu ortamdan yararlanarak Irak’ı kolayca işgal eden emperyalistler, yeniden Saddam’dan yararlanmanın da altyapısın hazırlamakta oldukları göz ardı edilmemelidir. Oğullarını öldürdükleri, saltanatın elinden aldıkları Saddam’ı karşı görüşten yargıcın karşısına oturtup, O’nun gösteri yapmasına, yandaşlarına mesajlar vermesine göz yumulması emperyalizmin “A” Planından başka planlarının olduğunun sadece bir göstergesidir.

İşgalcilerin bu tutumu, Ulusal Kurtuluş Savaşımız sürecinde oynan oyunları anımsatmaktadır. Şöyle ki, kişisel hırsı ve Alman tutkusu yüzünden Sarıkamış’ta doksan bin canın soğuktan donarak ölmesini içine sindirebilen, devlet çökmek üzere iken yurtdışına kaçan (üstelik hamile eşini işgal güçlerinin insafına terk ederek) saray damadı Enver Paşa, Ruslar tarafından, Anadolu’da onurlu bir uğraş veren Mustafa Kemal Paşa’ya karşı koz olarak tutulmuştur.

Yine Mustafa Kemal Paşa’nın saygın savaşını önlemek için, İngilizler esaretleri altındaki padişahın, Cuma Selamlığına çıkmasına izin verip padişah-halife görüntüsünden yararlanarak, kendi çıkarlarına fetvalar yayımlatmışlardır.

Saddam’da öldürülmemiş, yaşam güvencesi olmadan gelecek planlar için yaşamına izin verilmektedir.

Emperyalist siyasetinin bir uzantısı olarak, 23 Şubat 2006 günü Şiiler için kutsal bilinen Samara kentine yapılan ve 150 kadar cana kıyılmasına neden olan saldırının, Sünni-Şii gerginliğine yönelik bir kışkırtıcılık olduğunu görmemek için, emperyalist oyunlardan habersiz olmak gerekir.

Ancak, emperyalizmin Irak’ta sergilediği insanlık dışı ve insan olma onurunu taşıyanların yüreklerini burkan görüntüler karşısında bir de sevindirici görüntü sergilenmiştir. Bu görüntü, Samara saldırısından sonra, Kut, Basra ve Musul’da Sünnilerle Şiilerin birlikte eylem koyup, yan yana yürümeleri (2) ve geçte olsa “ulusal birlik”ten söz etmeleridir.

Tüm bu gelişmeler, Atatürk’ün büyüklüğünü ve O’nun kurduğu kurumlara sahip çıkmanın gerekliğini, gösterdiği yolda yürümen ve değer verdiği ilkelere sahip çıkmanın haklılığın bir kez daha kanıtlamaktadır.

Irak’ta “ulusal birlik”ten söz eden toplum önderlerine ve Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesinden başka çözüm öneremeyen Kopenhag ölçütleri doğrultusunda ödün üzerine öden verenlere örnek olması için; Mustafa Kemal Atatürk’ün, Ulusal Kurtuluş Savaşını başlattığı ilk ayı içinde, ulusal bağımsızlığın ve ulasa birliğin önemini sergileyen saptamalarından bir kesit vermeyi yararlı görüyorum:

Mustafa Kemal Paşa;

26 Mayıs 1919 günü Valiliklere gönderdiği bildiride;

“Milli bağımsızlık ve siyasetimizin kurtarılmasının ancak milletin tek vücut ”(3) olması durumunda mümkün olacağını vurgulamıştır.

28 Mayıs günü valilere ve mutasarrıflara gönderdiği yazıda;

“Ülke bütünlüğümüzün korunması için milli gösterilerimizin daha canlı olarak yapılması ve sürdürülmesi” gereğini belirtmiştir. (4)

29 Mayıs“Milletin tutsaklıktan kurtuluşu, egemen ve bağımsız olarak topraklarımızda yaşayabilmesi, ancak kararlı ve namuslu ellerin milleti kısa ve doğru yolda haklarını ve bağımsızlığını savunmaya yönlendirmesiyle mümkün“(5) olacağını vurgulamıştır.

Bu bağlamda, Kuvay-ı Milliye’nin öncüsü Atatür, “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarları.“(6) olduğu gerçeğini özümsenmiş ve birliktelik ruhu ile kağnıya, kamyonu yendirerek tüm olumsuz koşullara karşın yürüttüğü savaşı kazandığı gibi, ulus devlet olma bilinci ve sorumluluğu ile yönettiği Türkiye Cumhuriyetini, kendi döneminde yeryüzünün en saygın devleti konumuna yükseltmiştir.

Diyarbakır, Van, Trabzon, İstanbul (...) cevherlerini ana damardan ayırma oyununa gelmemek için;

Emperyalist güçlerin, yakın geçmişte, Yugoslavya’yı önce “Boşnak”, “Hırvat”, “Sloven”, “Sırp” olarak ayrıştırıp, ulusal kimlik bilincinden ve ortak kültür dayanışmasından uzaklaştırılan halkı sonra, birbirine kırdırdıklarıarak gerçekleştirdikleri vahşetini unutmamamalıdır.

Yine emperyalist güçlerin, şimdilerde Irak’ta camileri kışlaya çevirip, mescitleri yıktıklarını, halkın boynuna tasma taktıklarını, çocuklar dahil ellerine geçirdiklerini işgencelerden geçirdiklerini, binlerce masum kadını kirlettiklerini, ülkenin geçmişi ile bağını koparmak için kültür merkezlerini tahrip ederek, ülke geleceğini dayanaksız bırakmak için yetişmiş insanlarını (doktor, profesör ve benzeri) öldürdüklerini görerek, Kemalizm’e bu bağlamda Kemalizm’in vazgeçilmez ilkelerinden olan, ulusalcılığa sım sıkı sarılınmalıdır.

(1) 23.11.2005 tarihli Milli Gazete.
(2) 25.02.1005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.
(3) Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt:2, s., 328.
(4) A.g.y., s., 334.
(5) A.g.y. s., 337.
(6) Atatürk’ten aktaran, Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1999, s., 206.

PİR SULTAN ABDAL’A YARAŞIR OLMAK - Araştırmacı-Yazar, HÜSNÜ MERDANOĞLU

PİR SULTAN ABDAL’A YARAŞIR OLMAK
Araştırmacı-Yazar, 
HÜSNÜ MERDANOĞLU

GİRİŞ
Küreselleşme öncüleri, uluslararası sermayenin serbest dolaşımının önündeki en büyük engeli, ulus-üniter devlet olarak gördükleri için; demokratikleştirme, insan haklarına sahip çıkma, çağdaş dünya ile bütünleştirme görünümü altında "Yeni Sömürgecilik" çalışmalarını yürütmektedirler. Bu çabalar doğrultusunda, hükümet dışı sivil toplum örgütlerini “Non-Governmental Organisations” (NGO)ları (Sivil Toplum Kuruluşlarını) maddi yönden destekleyerek kendi yanlarına çekmektedirler. Kendi yanların çektikleri kuruluşların yardımı ile de, ulus devletlerin zayıflatıp yıkılmasına yönelik çalışmalar yapmaktadırlar.

Bu çalışmalar kapsamında; öncelikle Türkiye gibi stratejik önemi yanında, emperyalizm için en tehlikeli silâh olan ulusalcılığı ve tam bağımsızlığı ilke edinmiş ülkelerde "yumuşak karın bölgeleri" saptanılarak, hücuma geçilmektedir. Bu bağlamda hedef ülkede mevcut etnik, dinsel azınlıkların tüm boyutları ile eğilimlerinin belirlenmesi, ayrılıkçılığın kışkırtılması ve tarihsel hasımlığın körüklenmesi, terörün el altından desteklenmesi ile ekonomik-siyasal-toplumsal kargaşa ortamının yaratılması, ulusal birliğin zayıflatılması, zayıf ve kişiliksiz yöneticilerin desteklenmesiyle hedef ülkenin dış müdahalelere açık hale getirilmesi...vb. gibi faaliyetler yürütülmektedir. 1

Yürütülen bu çalışmalar doğrultusunda; medya desteği de sağlanarak, sivil kuruluşlar, dinsel cemaatler ve mafya örgütleri örtülü ya da açıktan desteklenerek, ulus devletleri küçük eyaletlere ayırmak için, kendilerine yandaş bulma gayretini gütmektedirler.

“Sivil Örümceğin Ağında” adlı yapıtın2 ortaya koyduğu gibi; başta Avrupa Biriliği olmak üzere emperyalist devletler, toplumun dinamik kesimlerini kendi yanlarına çekerek, toplumu ve düşünceleri kontrol altına almak, yandaşlarının sayısını artırmak için sivil toplum kuruşlarına “proje” görüntüsü altında karşılıksız yardımlarda (hibede) bulunmaktadır. Tük Dil Kurumu kayıtlarına göre, karşılıksız verilen paraya “sadaka”3 denilmektedir.

Bu bağlamda, ülkemizde kimi dışa bağlı oluşum ve kadroların; yabancı kurum ve kuruluşlarla işbirliği içinde Atatürk’e, Kemalizm’e ve Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne karşı olmaları, cemaatçi yaklaşımların halkı, “Allah ile aldatarak” emperyalizme hizmet etmeleri, alışıla gelmiş davranışlardır. Ancak emperyalist oluşumlardan yardım almayı, işbirliği yapmayı; tarih boyunca ezilen, üzülen, kırılan ancak eğilmeden onuru ile dik durmayı ilke edinmiş olan, Alevi yurttaşlarımızla bağdaştırmak kolay olmasa gerek. Bu cümleden olarak; canını veren ancak inancından ödün vermeyen Pir Sultan Abdal’ın adı kullanılarak kurulan derneğin, Avrupa Birliği fonlarından “Gelin Dostlar Bir Olalım” (Let’s Get Together) adını taşıyan proje karşılığında, 71.263 Avro4 yardım almasını, hangi dostlarla “bir” olunacağını yorumlayabilmek için şu bilgileri anımsamak gerekmektedir:

Sivas’ta 35 Türk aydınının yakılmasından birinci derecede sorumlu 6 kışkırtıcı cinayet zanlısı, Alman Dış İstihbarat Servisi (BND) elemanları tarafından Ankara Esenboğa Havalimanı üzerinden Almanya’ya kaçırılmıştır.5 Bu bilgileri açıklayan Necip Hablemitoğlu kimliği belirsiz kişilerce öldürülmüştür.

“Sivas katliamını yapan caniler de kısa bir süre sonra soluğu Almanya’da almışlardır. … Sivas katliamından dolayı uluslararası tutuklama kararıyla aranan zanlıların çoğu, Almanya’nın Baden Würtemberg eyaletinin bir ilçesi olan Manheim şehrinde bulunmaktadır. Kaplancılarla irtibatta olmaları ve onların camilerinde çalıştıkları bilinmektedir.”6 Dikkati çeken bir başka gerçek ise; Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin düzenlediği etkinlikte gerçekleşen Madımak Oteli vahşetinden sonra Almanya, basın yolu ile Türkiye’ye saldırarak, Alevilerin azınlık sayılmalarını dile getirmeyi yoğunlaştırmış olmasıdır.

AB Fonlarından Yardım Almanın Anlamı
Hemen belirtelim ki, bir kuruluşun Avrupa Biriliğinden maddi yardım almış olmasının, ilk bakışta yasal bir engeli yoktur. Çünkü verilen paralar belirli bir fondan bir proje karşılığında verilmektedir. Ancak yabancı hibelerin amacı hiçte masum değildir. AB’nin, hiçbir zaman içine alamayacağı7 Türkiye’deki kuruluşlara yardım etmesinin gerisindeki gerçekler şunlardır:

-Kıbrıs’ı Türklerin elinden almak,
-Güneydoğu Anadolu bölgemizi ülkemizden kopararak, kendi kontrollerinde kukla bir devlet kurmak,
-Dil, din ve ırk farklılıklarını ayrıştırarak, Türkiye’nin ulusal birlik ve bütünlüğünü bozup, ulus ve üniter devlet yapısını yok etmek,
-Ermenistan’a, toprak verilmesinin yolunu açmak,
-Fener Kilise Başpapazına “Ekümenlik” hakkı verilerek, İstanbul’da Ortodoks Din devleti kurmak,
-Sınır aşan sularımız ve su kaynaklarımız üzerinde denetim kurmak,
-Kıt kaynaklarla kurulan ve ülkemizin ekonomik bağımsızlığının güvencesi olan, Kamu İktisadi Kuruluşlarını “özelleştirme” görünümü altında kendi tasarruflarına geçirmek,
-Kemalizm’in yasal savunucusu Silahlı Kuvvetlerimizi, kendi denetimleri altına almak,
-Ulusal Kurtuluş Savaşımız sürecinden beri, Atatürk tarafından formüle edilen ve bütün anayasalarımızın değişmez hükmü olan “Egemenliğin Kayıtsız ve şartsız Türk milletine ait” olduğu ilkesini değiştirmek.8

Bu bağlamda; yakın tarihte ABD’nin Irak’ın işgaline, İngiltere ve İtalya güçlerinin de katılması ile emperyalist olduğundan kuşku duyulmayan AB’nin, dağıttığı paraların gerçek nedeninin; yukarıda özetlenen hedeflere ulaşarak, savaşmadan kaleyi içten yıkma için, kendilerine yandaş yaratmak siyasetinin bir sonucu olduğu görülmelidir. Eğer, AB elde edeceklerini savaşarak elde etmeyi denese, daha çok para harcayacağını, daha çok silâh ve insan kaybı olacağını bilmektedir.

Avrupa’nın (ve diğer emperyalist ülkelerin) bildiği bir başka gerçek ise; Mondros Antlaşmasından sonra işgal olunan Anadolu’nun fakir halkı; aç ve susuz, yalın ayak ve kağnı ile emperyalizmin kamyonunu yenmeyi başararak işgalci güçleri yurtlarından atmayı başarmış olmalarıdır. Bu tarihi gerçeğin bilincinde olan emperyalist devletler, hibe ettikleri paralarla ülkemizde kimilerini satın alarak, parayı verip düdüğü çalmak istemekte, Türkiye içinde Truva Atı9 ve beşinci kol yaratmaya yönelik olarak harcama (yatırım) yapmaktadır.

Bilinen gerçektir ki, emperyalist devletler, egemenliği altına almayı hedefledikleri devletlerde etkili olmak için ya yandaşlar (uşaklar) bulmaktadırlar ya da karşılıksız burslarla yetiştirdikleri kişilerin iktidara gelmesini sağlayarak, kendi siyasetlerine hizmet edecek kadrolarla birlikte çalışmaktadırlar. Bu siyaset yeni değil eskiye dayanmaktadır.

1710 yılında İngiliz Sömürgeler Bakanlığı, içinde İstanbul’un da yer aldığı sömürgeleştirilmek istenen yerlere gönderdikleri İngiliz ajanı Humpher’e verdikleri talimatlar arasında şu konular da yer almıştır:

-Aleviler ile diğer Müslümanlar arasında kötü düşünceler ve kuşku uyandırınız.
-Hz Ali ile diğer halifeler arasındaki uyuşmazlığı sürekli gündemde tutunuz.
-Din bilginleri arasına, din bilgini görünümünde İngiliz ajanlarını yerleştiriniz.
-Anadolu Alevilerine yönelik saygısızlığı çoğaltınız.10

Bilinen gerçeği vurgulamak için belirtelim ki; toplumuzun kimi kesimlerinde “Aynı Emevi kültürü, medrese kalıntıları, ulema bozuntuları”11 nın Alevilere yönelik, Osmanlı döneminde beri gelen yargısız yargılama alışkanlığı ve çirkinlik düzeyde değerlendirmeleri olmaktadır. Bu bağlamda bilinmelidir ki; eğer Kemalizm’in iki kardeş kuruluşu olan Halkevleri ile Köy Enstitüleri kapılmayıp da, işlevlerini sürdürmüş olsalar idi, ülkemizde birçok ulusal sorun (cemaatçilik, terör, AB’ye yamanma gayretleri ve benzerleri) olmayacağı gibi, cemaatçi yapılanmadan uzak eğitim düzeyi yükselmiş bir Türkiye’de yaşanılacağı için, Alevi yurttaşlarımıza yönelik yanlış değerlendirmelerin kökü de kazınmış olacaktı.

SONUÇ
Emperyalizme karşı verilen, onurlu bir savaştan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, her geçen gün emperyalist ve Siyonist güç merkezler tarafından giderek daha çok baskı altına alınmağa çalışılmaktadır. Bu süreçte günümüzde emperyalizmi temsil eden Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve İsrail’in plânlarına uygun olarak ülkemiz, emperyalist çıkarlar doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Bu plânlar nedeniyle Türkiye, Batılı emperyalist güçlerin ciddi hedefi durumuna gelmiştir. Bunun anlamı Kemalist Türkiye’nin kuşatma altına alınmış olmasıdır.

Ülkenin birliğinden ve bütünlüğünden yana olanlar, bu koşulların ayırtında olarak; dinin ve dinsel yaşamın saptırılarak çağın dışına itildiğinden, belli bir dini inancın ve tarikatların devlet olanakları ile toplanan vergiden aylıkları ödenen görevliler tarafından dayatılmasından, dini kuralların yerine getirildiği yerlerin, özgür düşüncelerin tutsak edilmesi için kullanılmasından, dindar görünümlü siyasetçilerin çoğalmasından kaynaklanan haklı şikâyetlerini, emperyalist kuruluşlara iletip, şikâyetlerini sürekli yineleyerek değil, demokratik yoldan yönetim erkinde etkili olup, şikâyet ettikleri konuları düzeltmeyi denemelidirler.

Devletin bir tüzel kişilik olduğu, tüzel kişilik taşıyan kuruluşları, yasal yetkisi olan özel kişilerin yönettikleri, devleti yönetme yetkisini elinde bulunduran özel kişilerin, devleti ne denli devlet aklı ile yönetirler ise o devlet o denli güçlü ve başarılı olduğu, devletten ve devleti yönetenlerden şikayet etmek yerine asıl görevin; devlet aklını devlet yönetimine yansıtacak olanların, yasal yoldan devlet yönetimine taşımak olması gerektiği unutulmamalıdır.

Bütün dünyayı hayret içinde bırakan başarıları gerçekleştiren, ülkenin olduğu kadar komşularının da güvenliğini sağlayan Atatürk döneminin Kemalist Türkiye’sini, Atatürk’ün ölümünden sonra kuşatma altına alma girişimleri yeni değildir. Bu kuşatmayı gerçekleştirmek için ABD, Türkiye’de iktidar seçeneği olan merkez sağı yönetecek kadrolar Eisonhower bursları ile sola lider olacakları da Rockefeller bursları ile yetiştirmiştir. Atatürk'ün ölümü ile Türkiye’de başlayan süreçte; Alevilerin giderek yaşamlarının kararması, kamu kadrolarından dışlanmaları ve sonunda da kitlesel kırımlara uğramaları12 karşı devrimi yürüten sinsi güçler sayesinde Kemalist ilkelerden uzaklaştırılmış olmanın sonucu olduğu bilinmelidir.

ABD’den geri kalmak istemeyen AB, bir yandan tam üyelik süreci içinde Türkiye’nin ulus devlet bütünlüğünü bozmaya yönelik dayatmalarda bulunurken, bir yandan da kendine yandaş yaratmak için sivil toplum kuruluşlarına “proje karşılığı” görünümü altında sus payı dağıtmaktadır.

Bölücüler, alt kimlikçiler, cemaatçiler ve şeriatçıların hepsi, Avrupa Birlikçi görünümü ile çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu işbirlikçiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk ile O’nun ilkelerinin bütünü olan Kemalizm’e karşı düşmanlığının açık ya da örtülü yandaşı olmaktadırlar.

Alevi örgütlenmesi görünümündeki kuruluşları ve bu kuruluşların öncülerini, Atatürk’e ve O’nun devrimlerini ortadan kaldırmaya yönelik gayretler içinde olan bölücü, cemaatçi ve şeriatçılar ile aynı doğrultuda görmek, tarihi gerçeklerle bağdaştırmak mümkün değildir. Atatürk’e ve Kemalizm’e düşmanlık yapanlarla birlikte olmayı kendilerine yaraşır görenler, kendilerini Pir Sultan Abdal’a yaraşır görmemelidirler. Pir Sultan Abdal da, Atatürk gibi zalimin zulmüne karşı çıkma onurluluğunu göstermiştir. Bu nedenledir ki, Pir Sultan adanı yaraşır olmak O’nun gibi, zalime, sömürücüye karşı dik durmayı, sömürücüye teslim olmamayı gerektirir.

Ayrıca unutulmamalıdır ki, avcı avı için, av malzemesi ve yem masrafı yapmaktan çekinmez. AB’nin dağıttığı proje karşılığı görünümlü paralar, avcının av masrafı özelliğindedir. Bilinmeli ki; Yeryüzünde ilk kez emperyalizme karşı onca olanaksızlıklara rağmen savaşı ve kazanan Kemalist ideoloji, varlığını koruyacaktır. Kemalizm varlığını koruduğu sürece, küresel emperyalizm Türkiye’yi denetimi altına alamayacaktır. Bu açıdan günümüz Türkiye’sinde yaşayan herkesin tarihsel sorumluluk içerisinde olduklarının farkında olmaları gerekir.

Bu bağlamda; bilerek ya da bilmeyerek, örümceğin ağına takılarak, emperyalizmin çirkin emellerine alet olanlar, “para alanın emir almaya da alışacağı” bilinciyle, tez elden yaptıkları yanlışların farkına varıp, aldıkları paraları geri iade etme onurluluğunu göstermelidirler. Bu çağrıyı; Pir Sultan Abdal’a yaraşır olacağı ve Madımak Oteli vahşetinin on altıncı yılında, bu vahşetin acısını içinde duyan birisi olarak yapmayı, görev bilirim.

21 Mayıs 2018 Pazartesi

"HIYANET-İ VATANİYE", VATANA İHANET!, - ALTEMUR KILIÇ

"HIYANET-İ VATANİYE", VATANA İHANET!

ALTEMUR KILIÇ

(Yeniçağ Gazetesi: 8 EYLÜL 2009)

“İhaneti severim, ama, hainden, hainlerden nefret ederim.” Jül Sezar

AB kriterlerine uyum sürecinde değişti mi, bilemem ama, savaş zamanında vatanlarına ihanet edenler, düşmanlara ajanlık, yardakçılık yapanların cezası “idam” idi. “İstiklal Mahkemelerinin verdiği idam cezalarının da gerekçeleri buydu”; “hıyanet-i vataniye”! Şimdi, “asimetrik” -düşük yoğunluklu- bir savaş içindeyiz ve idamlık vatan hainleri çok... Ama testereyle kadın doğrayan, çocuklara, bebeklere tecavüz eden, köylerde aile katliamı yapanları ve yapacakları caydıracak ceza olmadığı gibi, vatan hainlerini de “caydırıcı” ceza yok!

Bu yazımda, “hain” deyince alelade, kişisel, adî “hainliklerden-hainlerden” söz etmiyorum; vatana ihanetten, vatan hainlerinden, Atatürk Cumhuriyetine ihanet edenlerden, “Ermenilere soykırımı yaptık” diye onlardan özür dileyen, “hepimiz Ermeniyiz, Hrant Dink’iz” diyenlerden ve bölücülere, her anlamda, yataklık yapanlardan söz ediyorum! O kadar çoğaldılar ki; bir tepeye çıkıp “hainler” deyince, hepsi kovuklarından çıkıyorlar. Çünkü vatan, Cumhuriyet haini olduklarını kendileri biliyor ve adeta bununla iftihar ediyorlar! Bunlar bilim adamları, profesör olsalar da, gene “haindirler”; bilim kisvesi altında yaptıkları, gençlerin dimağlarını yıkamaları “hıyanet-i vataniye”nin katmerlisidir, tacizcilikten farkı, mazereti yoktur!

Son tahlilde, eğer söz konusu, “ortak” vatansa “vatana ihanetin” göreceliği yoktur. Gülü tarife hacet yok; hain, kokusundan bellidir; her zaman, her halde ve her yerde haindir!

Kimler hain?

Radikal başyazarı İsmet Berkan, kendisinin hain ilan edildiğini söylüyor... Ve adeta övünüyor... Benden yorum yok; kendisi öyle diyorsa, öyledir... Nihai karar kamuoyunun!

Berkan, “Vatana ihanet suçlamasının bu kadar kolay ve bu kadar çok yapıldığı bir başka ülke var mıdır, bilmiyorum” diyor, ben de sorarım; “vatan haini bu kadar bol, başka ülke var mıdır?”

Yüzellilikler

Bir aralık, dostlarımla “post modern” bir “Yüzellilikler listesi” hazırlamaya başlamıştık, sayıları yüz elliyi geçti, artık çetele tutmuyoruz! Ali Kemal, Refik Halit, Refii Cevat, bunların yanında, zemzemle yıkanmışlardı!

Post-modern hainlerin listesini, benim açıklamama ihtiyaç yok; kendileri, övünerek yazıyorlar... Cengiz Çandar’ın, kendi deyimiyle “Atatürk ve TSK düşmanı, İkinci Cumhuriyetçi, Manda Cephesi” listesinde şu kişiler var: “M. Ali Birand, Cengiz Çandar, Çetin Altan, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Hasan Cemal, Oral Çalışlar, Aydın Engin, Gülay Göktürk, Metin Münir, Cüneyt Ülsever, İlter Türkmen, Yalım Eralp, Mehmet Y.Yılmaz, Ertuğrul Özkök, Hadi Uluengin, Mehmet Barlas, Ferai Tınç, İsmet Berkan, Perihan Mağden, Can Dündar, Nazlı Ilıcak, Nuh Gönültaş, Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Kürşat Bumin.”

Dedim ya, bu liste benim değil, Çandar’ın listesi; o daha iyi bilir...

Dalton-Altan kardeşler

Hain denince aklıma nedense, Amerika’nın “Vahşi Batısını” haraca kesen “Dalton Kardeşler” çetesi ve Çandar’ın verdiği listedeki “Altan Kardeşler” geldi... Daha doğrusu bundan birkaç yıl önce “fesat üçgeni” dediğim üç Altan, Baba Çetin, oğullar Mehmet ve Ahmet.

Rivayet olunur ki “İstiklal Mahkemesi” yargıçları, Kılıç Ali ve Ali Çetinkaya; önlerine bir vatan haini getirilince, “Gel de asma Ali bey” derlermiş...

“Baba”, şimdilerde köşesinde Karagöz oynatıyor. “Altan Kardeşlerin” Ahmet-Mehmet Altan’ın, Cumhuriyet ve Ordu düşmanlığı, manşet ve köşelerinden, irin gibi, fışkıran Taraf gazetesindeki ve hangi gruba ait olduğu malum Star’daki yazılarını okudukça, bazen kendimi babamın yerinde hayal ediyorum ve “Gel de asma Ali Bey” diyesim geliyor!

19 Mayıs 2018 Cumartesi

OSMANLI'NIN YOK ETMEK İSTEDİĞİ TÜRK VE ATATÜRK... "Tarih boyunca dostunun ve düşmanının takdirini kazanmış olan Türkler, kuruluşunu sağladıkları Osmanlı İmparatorluğunun yöneticileri tarafından; ırkları, kimlikleri, dilleri kısaca benlikleri unutturulmaya, yok edilmeye çalışılmıştır."

OSMANLI’NIN YOK ETMEK İSTEDİĞİ TÜRK, ATATÜRK İLE DİRİLDİ CUMHURİYET'TE KENDİNİ BULDU

Türkçe konuşan toplum bağlamında Türklerin kökeni, Milattan Önce 4000 yıllarına dek dayanmaktadır. Tarihte ilk "Türk" adı Orhun yazıtlarında "Türük" olarak geçmektedir ve devletine bağlı, güçlü-kuvvetli ulus anlamına gelmektedir.

Tarih boyunca dostunun ve düşmanının takdirini kazanmış olan Türkler, kuruluşunu sağladıkları Osmanlı İmparatorluğunun yöneticileri tarafından; ırkları, kimlikleri, dilleri kısaca benlikleri unutturulmaya, yok edilmeye çalışılmıştır.

Osmanlı yönetiminin Türklere olumsuz yaklaşımlarının kökeninde çeşitli nedenler bulunmaktadır. Öncelikle bilinmesi gerekir ki; Osmanlının baş yöneticisinin (padişah-halifenin), ilk ikisi dışında diğerlerinin analarının kökeni Türk değildir.

Padişah-halife kendinden sonraki etkili ve yetkili makamlara Türk olmayanları getirmiş, yakın korumalarını da Türk olmayan unsurlardan seçerek, Türk ırkı ile yönetim arasına set çekmiştir. Siyasi güce, ekonomik güç ile erişildiği için Osmanlı yönetimi, Türkleri ekonomik güç yaratacak alanlardan uzak tutmuş, bu alanları azınlıklara ve yabancılara açmıştır.

Bu tür yaklaşımlar, dönemin özelliğine göre saltanatının sarsılmaması için siyasi güvenceler olarak düşünülüp hoş karşılanabilir. Ne var ki, Osmanlı yönetiminde Türk'e yönelik olumsuzluklar, masum siyasi önlemlerden öte hakaret ve kıyım düzeyindedir.

Osmanlı'nın henüz kuruluş dönemi olan 1466 yılında yapılan bir derlemede, “Türk iti, şehre gelince Farisice ürür” denilmiştir.

Osmanlı şairlerinden Baki’nin, “Muhteşem Süleyman”olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin dizeleri günümüz Türkçe'si ile şöyledir;

“Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz.

Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır.

Türk, sultan olma yeteneğinden yoksundur”.

Yine bir Osmanlı şairi olan Nef’i ise; “Tanrı, Türk'e irfan (bilme anlama yeteneği) çeşmesini yasaklamıştır” demiştir.

Divan-ı Hümayun (padişahın başkanlık ettiği divan) yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde; “Baban da olsa Türk’ü öldür” nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün İslam Peygamberi Hz. Muhammet’e ait olduğunu vurgulamaktadır. Bu şiirde;

Sakın Türk’ü insan sanma.
Bir an bile olsa Türk’le birlikte olma.
Türk eline şeker olsa o şeker zehir olur.
Türkün başını keserken sakın gam yeme.
Baban da olsa Türk’ü öldür. dizeleri yer almaktadır.

Hırvat kökenli, Sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611), 155 000 Türk öldürülmüş, ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. Aman dileyen insanlara Kuyucu’nun yanıtı “vurun şu pis Türkün başını” olmuştur.” Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı’nın yetkilisi, öldürülen çocuk da Anadolu’nun evladı Türk’tür.

Uç beyliği iken, Türklerin desteğinde imparatorluğa yükselen Osmanoğulları, Balkanlardan, Mekadonya’ya, Sırbistan’a, Macaristan’a, Irak’a, Suriye’ye, Arabistan’a ve Afrika’ya dek uzanmışlardır. Bu yayılma sonucunda Türkler, uç boyu konumundan iç bölge durumuna düşen Anadolu’daki Türkler, giderek kurumlaşan Osmanlı devlet düzeninin getirdiği vergi ve devlet görevlilerinin kıskacına girmişlerdir. Ancak onları asıl tedirgin eden, bunaltan etken, ata inancı Şaman dininde olmayan şeriatı dayatan kadılık kurumu olmuştur. Bu dayatmalar sonucunda Türkler, kendi dilini konuşan Şah İsmail’e kucaklaşmak için ona yönelmişlerdir. Ne var ki, kendi sırtında yükselen ve Türkçe olmayan şiirler yazan Yavuz Sultan’ın zulmüne uğrayarak bu yolda kırbin can vermişlerdir.

Osmanlı tarihçisi Naima “Tarihi”nde Türkler için; nadan (kaba) Türk, idraksiz Türk, hilekar Türk ifadelerini kullanmaktadır.

Aslında Türkler hakkındaki kötü yargılar Selçuklulardan beri yaygındır. Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, şunları yazmıştır: “Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar.”

Koçu Bey, 4. Murat’a sunduğu risalesinde Türkler hakkında; “ ... mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, çingene, tatar, kürt, ecnebi, laz, yörük, katırcı,deveci, hamal, ağdacı, yol kesen, yankesici ve diğer çeşitli kimseler ..”,

“Harem-i Humayuna kanuna aykırı olarak Türk ve Yörük, çingene, Yahudi, dinsiz, mezhepsiz, nice kalleş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu” şeklinde yazdığı raporları, Türk olduğu söylenen padişaha verebilmiştir.

1. Selim (Yavuz), Şah İsmail’e; “... ben Sultan Beyazıt oğlu Sultan Selim, sen ki ey eşek Türk ..” sözleri ile hitap etmiştir.

İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır. İstanbul’un alınmasından 4. Murat’ın ölümüne dek geçen 187 yıl içinde, devşirmelerden 66, Türk kökenlilerden de 10 kişinin sadrazamlığa atandığını, aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl; Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı gerçeği, Osmanlı'nın Türklere yaklaşımı gösteren ayrı bir kanıttır.

Osmanlı yönetiminde “Türk’e yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir:

Türk değil mi, Merzifon’un eşeği,
Eşek değil, köpekten de aşağı .

Osmanlı’nın bu yaklaşımına Türkün verdiği yanıt, bir şiirin dizelerinde şu şekilde yer almıştır:

Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekmede yok biçmede yok
Yemede ortak Osmanlı.

Kendi yöneticilerinin bu tutumu karşısında, yabancılardan da olumlu yorum beklenemezdi. Yabancılar, Türkleri “yaklaşık 1000 yılına kadar Arapların esiri olan Türkler dağ insanı niteliğinde bir kavimdir” şeklinde yorumlamışlardır.

Ne var ki Türkler, Arapların siyasi esiri değilse de, Osmanlı yönetimi sayesinde Arap'ın kültürel esiri olmuşlardır. Bir ulusu ulus yapan en önemli öğe olan dil, yönetim kademesinde "Osmanlıca" olarak kullanılmış ve bu dilin içeriğinin yarısından çoğu Arap ve Farsça sözcüklerden oluşmuştur.

1912 yılında Sebilürreşt Dergisinde çıkan bir yazıda; “Türk” deyiminin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılmış, “Türk hükümeti”, “Türk ordusu”,”Türk ülkesi” deyimlerinden özenle kaçınılmış, Türk bilinci unutturularak Osmanlıcılık yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Osmanlı düşüncesinde, “kavmi necip” olarak görülen Araplar karşısında Türk aşağılanmıştır.

1913 tarihli “Mecmuai Ebuzziya” Dergisinin 94. sayısında: “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslümanız. Buhara’lı hanlar bile kendilerini Türk saymazlar. Zira onların cetleri de vaktiyle Türkistan’ı zaptetmiş olan Arap’lardan başka bir şey değildir.” demekle, kendisini ve Anadolu’da yaşayan bütün Türklerin kimliğini yadsımıştır.

Üniversite profesörlüğü de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı “İslam’da Davai Kavmiye” adlı kitabında, Türk'e karşı savaş açmış ve “Türkün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok... gerekli olan şeriatı öğrenmektir” demiştir. 1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve Padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan, Mustafa Sabri Efendi ise, Türk’e Türklük benliği vermek isteyenlere “soysuzlar” yakıştırmasında bulunmuştur.

Zaman içinde Türk, yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez “Osmanlı Efendisi"ne ‘Türk’ demek hakaret sayılmış”, “Türk” sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğunda, kamu ile ilgili belgelerde Türkçe sözcüğe, 1876 Anayasasına değin rastlanmamıştır.

Osmanlı, tahtını ve saltanatını korumak için, egemenliği altındaki milletleri bir arada tutmak için"hoş görü" görünümü altında onların kültürlerini yaşamalarına olanak tanımış ancak, Türk ulusunun kültürüne ve kimliğine sırt çevirmiştir.

Oysa, Osmanlı İmparatorluğu'nu kuran, başlangıcından sonuna dek her türlü zahmetini, eziyetini çekip, uğrunda can verip kan akıtarak, her türlü maddi ve manevi fedakarlıklarla yüzyıllarca onu omuzlarında taşıyan öz be öz Türk'lerdir.

Ahmet Vefik Paşa, Bursa valisi iken 1880'de denetim için çıktığı gezide Türk olduğunu sıkılarak söyleyen halka, kendisinin de "Türk" olduğunu "Padişahın da Türk" olduğunu söylediğinde, Türk halkı "Hiç padişahtan Türk olur mu?" diye tepki göstermiştir. Nitekim, son padişah, Türk'ün şahlanışı karşısında, İngilizlere sığınarak yurt dışına kaçtığında Türk'e sövgüler dolu bildiriler yayımlayarak, Türk olmadığını göstermiştir. Son Padişahı Vahdettin'in yayımladığı bu bildirilerden birisinde şu tümceler yer almıştır;

"Türkler dini, kavmiyeti, vatanı meşkuk (kuşkulu...) ve mahlud beş-altı milyonluk cahil bir kitledir." Türkçe’si; "Türkler; dini, soyu-sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüdür".

Bu tutum ve koşullar içerisinde yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde “Türk” dili ve töreleri ile yaşatılmış, duygu ve düşünceler günümüze dek ulaşan türkülerde dile getirilmiştir. Ne var ki, Türk'ün yöneticisi tarafından dışlanması, ihmal edilmesi Türk halkının birlik ve beraberliğine önemi engel oluşturmuş, tarikatların yaygınlaşmasına uygun ortam hazırlamıştır.

12. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi’nin kurduğu; Türk geleneğini, dilini, ve kültürünü Şamanlık ile bütünleştiren Bektaşilik gibi Türk kimliğini taşıyan tarikatlar Anadolu'da yayılır iken, öte yandan da, Sünni İran kültürünü benimseyen Nakşibendi Tarikatı, yeniliklere karşı koyma alışkanlığını güden tarikatları ve Fars diline önem verdiği için daha çok aydınlar (!) arasında yayılan Mevlevilik, yaygınlık göstermiştir. Bu tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışılmış, “Kaba Türk”, “Anlayışız Türkler”, “Pis Türkler” gibi önyargılar bu dönemin özeliklerinden olmuştur.

Dünya nimetlerinin her türlüsünden yararlanan Osmanlı yöneticileri; ahret korkusunu “kulları”na bırakarak, güzelim dünyadan insanların elini eteğini çektirip, ülkenin gerçek sahibi insanları, öz benliklerinden kopararak onların, birbirine düşman ve kültür yönünden Araplaşmalarının koşullarını hazırlamışlardır. Hiç bir ulus, Müslüman olduktan sonra, Osmanlı yönetimindeki Türkler kadar Araplaşmamıştır. Dini ile birlikte dilini de değiştiren bir millet Osmanlı dışında görülmemiştir. Ancak Osmanlı'nın "tebaa" olarak gördüğü Türk kendi kırsal yöresinde Türklük bilincini bir cevher olarak korumasını bilmiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı, en kutsal hazine olarak saklanan bu cevhere dayanmıştır.

Osmanlı Devleti, tarım ekonomisi ve savaş (haraç) gelirlerine bağlı bir devlet olarak doğmuş, kendini yenilemediği için, gelişen emperyalist düzenin hedefi olarak yıkılmıştır. Ekonominin önemini anladığında bu değerlerin yabancıların ve azınlıkların elinde olduğunu gördürmüş, "toprağa toprak katmış ama değere değer katamamıştır." Sömürgeci değil, varlığı koruyan (Statükocu) olmuş, çok sıkıştığında kendi insan kaynaklarını (Anadolu'yu) zorlamış, toplumdan gelen tepkilerle, ayaklanmalarla uğraşmış, Akdeniz'e bir süre egemen olmuş, Hint Okyanusu'na ulaşmış, ama haraç için çıktığı çoğu savaşlara, denizle deryayı ekonomik amaçla ya da ticaret maksadıyla kullanamamıştır. Piri Reis gibi bir denizciyi yetiştirmiş, onun geliştirdiği deniz haritacılığından faydalanamamıştır.

Osmanlı, tarihin kendisine tanıdığı fırsatı iyi kullanamamış, ganimet için de olsa ulaştığı yerlere, Türklük dilini taşımamış, gelişme ve değişmeyi Türk için kullanmayı denememiştir. Üzerinde yaşadığı toprakları, yönettiği toplumları değiştirmeye çalışmamıştır.

1874 yılında “Dünya Tarihi” kitabının yazarı, Askeri Okullar Bakanı Süleyman Paşa, “Osmanlı devletin adıdır, Milletimizin adı Türk’tür görüşünü savunmasına karşın, bu düşüncesini kendi kitabında bile kullanmaya cesaret edememişti. Osmanlı yönetiminin sonuna doğru görülen milletçilik akımı, emperyalistler tarafından Osmanlının mirası paylaşılması için araç olarak kullanılmıştır. Ulusçuluğun etkisi ile etnik kökenlileri, Osmanlı yönetiminden birer birer ayrılmaya başlamışlar, çünkü ulusal amaç gütmeyen Osmanlı, Türk olsun olmasın, Osmanoğlu’na hizmet esası üzerine örgütlenmiştir

Türkiye'nin yaratılması, Türk'ün onuruna sahip çıkılması Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyeti ile olmuştur. Türklük ve bağımsızlık "Atatürk"te bütünleşmiştir.

Osmanlı tarihçisi Naima “Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, cem-ü iltiyamına derman yok”. Yani, Türk ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı olmayacaktır. diye yazmış ise de, Mondros ve Sevr antlaşmaları ile emperyalist güçler tarafından tutsak edilen, bağımsızlığı elinden alınan Türk, Atatürk'ün öncülüğünde oluşturduğu Kuvayı Milliye (Türk Ulusal Güçleri) sayesinde yok olmadığını ve Türklüğünü dünyaya kanıtlamıştır. Üstelik yer yüzünün en saygın ve örnek devletini kurarak.

Türk Ulusal (Bağımsızlık) Kurtuluş Savaşı ve Türk Cumhuriyeti, salt Türklere değil, başta tüm Müslüman devletler olmak üzere, bütün ezilen uluslara örnek olmuştur. Her ne kadar Arap devletleri temsilcileri, Türkiye’ye geldiklerinde Anıtkabir’e gitmekten çekiniyorlar ise de, “Muhammet’in yüzyıllardır ayaklar altında çiğnenen Müslümanlığa yeniden şeref ve şan ” veren Atatürk olmuştur.

Tam bağımsızlı ve ulusal egemenlik esasına dayalı, Türkiye Cumhuriyeti, saldırganlıktan uzak "Yurtta barış, Dünyada barış" doğrultusunda ulus ve çağdaş devleti gerçekleştirmeyi hedeflemiştir.

Kendi ülkelerinde "azınlık" konumuna düşen Türklerin durumunu bir İngiliz gezgini, “Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak örneğin; bir köyün ‘Türk’ veya ‘Türkmen’ olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak örneğin, İngilizce söyleyeceğin ‘eşek kafalı’ anlamında, ‘Türk kafa’ diye homurdanırsın.” şeklinde dile getirmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunda, devlet adının Türklükle ilgisi yoktu. Devletin resmi adı; “Devlet-i âl-i Osman” yani “Osmanoğulları” devletiydi.

Atatürk, Türk milletini; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” şeklinde tanımlayarak hem Türk ile Cumhuriyeti bütünleştirmiş hem de, Türkiye Cumhuriyetini kuran ve kökeni ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olma onurunu taşıyan herkesi, Türkiye Cumhuriyeti şemsiyesi altında buluşturmuştur.

Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olma onurunu taşıyarak, geleceklerini Türk milletine adayanlara, yan gözle, yabancı nazariyle bakmanın mümkün olamayacağını belirtmiştir.

Türk ile Atatürk bütünleşmesini kendi çıkarlarına uygun görmeyen emperyalist güçler, emperyalizmin denetiminde semizleşmiş odaklar, ya da emperyalizmle bütünleşmek kişisel çıkarları ile örtüşen ayarlı kesim, Türk'ü Atatürk'ten ayırarak yerine, dini öğeleri, Batı kültürünü ya da Avrupa Birliği dayatmalarını koymaya çalışmaktadırlar.

Türk benliğine, Türk kimliğine ve Türk Kimliğinde olmayı onur kabul edenlerin bilmesi gerekir ki; Atatürk, özel kişi olmaktan daha ilerde, bir tüzel kişiliği ifade etmektedir. Bu tüzel kişilik, Türkiye Cumhuriyetidir. Yani Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti demektir. Onunda anlamı Türklük ve bağımsızlıktır. Bu yapı içerisinden Atatürk'ü çekmek demek, yapının bütününü, yani Türkiye Cumhuriyetini bozmak demektir.

Türkiye'nin içinde yaşadığı koşullarda, Türk'ün geleceği Osmanlı yönetimindeki olumsuzluklardan çok daha ürpertici durumdadır. Osmanlı İmparatorluğunda, Türklük yönetim kademesinde ihmal edilmiş, ulusal kültür ve ulusal kültürün önde gelen unsuru dil Araplaştırılmış ise de, o günün koşullarında iletişim araçları (televizyon, internet, yazılı basın vb.) yaygın ve etkili olmadığı için Türk kimliği, Türk Ulusal (Bağımsızlık) Kurtuluş Savaşı verilebilecek düzeyde korunmuştur. Günümüzde, ulusal içerikten uzak televizyon ve diğer yayınların ve bu yayın organlarındaki köşe başlarına yerleştirilen Türk düşmanlarının çabaları ve etkileri ile Türk alile yapısı bozulmaya yüz tutmuş, hemen her evde birden çok televizyon aile bireyleri arasında bölüşülerek, her birey kendi dünya görüşü doğrultusunda izlencelere yönelmiştir. Dünyanın hiçbir gelişmiş devletinde olmayan ve ulusal bağlamda yeterli denetimi sağlanamayan yayınlar, Türk'ü kendine yabancılaştırma sürecinin öncüleri olmuş durumdadır. Bu yabancılaşma o denli yaygınlaşmıştır ki, televizyonlar yıldız yarışmalarına kilitlenirken, Türkiye'nin nasıl bir emperyalist çember ile çevrildiği görünmez olmuştur. Bu kuşatılma çemberini görenler ve yaklaşan tehlikeyi Türk halkına duyurmak isteyenler ise, TRT'de bile söz hakkı bulamaz duruma düşürülmüştür.

Türk'ün, tüm olumsuz koşullarda bile ulusal onuruna salip çıkabildiğini kanıtlayan ve Türkün, tarihini, dilini, onurlu geçmişini gün yüzüne çıkartan, "Benim olağanüstü özeliliğim, Türk olmamdır" diyen Atatürk'ten sonra Türk, öyle yöneticilere teslim olmuştur ki, durum Osmanlı'nın aymazlığını anımsatmaktadır. Örneğin, "Türk diye bir millet yokmuş, bunu Avrupalılar uydurmuş; Amerika'daki profesörlerden öğrendim" diyen kişi 1980'den sonra Türk'ün kurduğu Türkiye'de, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmuştur.

Bu noktada; Atatürk'ün, ulusunu seven, ülkesinin birlik ve beraberliğini düşünen bu yolda savaşım veren her kademedeki insanlar için uyarıcı ve öğretici içerikteki şu sözlerine yer vermeyi yerinde buluyorum:

"... Kendilerine bir ulusun talihi emanet edilen adamlar, ulusun gücünü ve erkini yalnız ve ancak yine ulusun gerçek ve elde edilebilir çıkarları yolunda kullanmakla yükümlü olduklarını bir an unutmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir ülkeyi zorla ele geçirmek ve işgal etmek o ülkenin sahiplerine egemen olmak için yeterli değildir. Bir ulusun ruhu ele geçirilmedikçe, bir ulusun direnç ve buyurumu (iradesi) kırılmadıkça, o ulusa egemen olmanın olanağı yoktur. ..."

Ülkesine, kişisel ve ulusal onuruna sahip çıkma sorumluluğu taşıyan ve bilinçte olan her Türk yurttaşının farkında olduğu üzere; ülkemizin ele geçirilmesine yönelik olarak, ulusal ruhumuzu ele geçirilmenin türlü koşullar hazırlanmış bulunmaktadır. Kendilerine ulusun talihi emanet edilenler başta olmak üzere, Türkiye'nin geleceğini, Atatürk Cumhuriyeti bütünlüğü içinde görenlerin, Türkiye'nin ulusal çıkarlarına sahip çıkmaları, tarihi zorunluluk kadar, onurlu yurttaş sorumluluğudur.

GÜNÜMÜZ DEVŞİRMELERİ; "Türk ulusunu yönetimden uzaklaştırarak, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırma görevini üstlenen dünün devşirmeleri, kapıkulları, içoğlanları, günümüzde emperyalizmin güdümündeki medyanın köşe başlarına yerleşerek “aydın”(!) görünümünde, Batı hayranlığını sürdürmektedirler."

GÜNÜMÜZ DEVŞİRMELERİ

Tarih uzmanları; geçmişte yaşayan ve tarihe damgasını vuran kişileri canlandırmak mümkün olmadığı için, tarihin yinelenmekte olduğu söylemlerine itiraz etmekte iseler de, “Tarih tekerrür eder” deyimi, anlamını korumaktadır.

Türk ulusunu yönetimden uzaklaştırarak, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırma görevini üstlenen dünün devşirmeleri, kapıkulları, içoğlanları, günümüzde emperyalizmin güdümündeki medyanın köşe başlarına yerleşerek “aydın”(!) görünümünde, Batı hayranlığını sürdürmektedirler.

İngiliz ve Fransız yanlısı Ali ve Fuat Paşalar gibi yabancı hayranı yöneticiler ile Rus yandaşlığı nedeniyle adı, “Nedimof’a çıkmış olan Mahmut Nedim Paşa’nın damgasını vurduğu Osmanlı’nın son döneminde, Osmanlı İmparatorluğunu yönetenler, Avrupalı olmak için Tanzimat Fermanını imzalamışlardı.

Tanzimat Fermanının hükümleri ve bu Ferman uyarınca yapılan düzenlemeler Osmanlı Devletini, Batı uygarlığına yaklaştırmak için yapılmıştır. Tanzimat sürecinde Osmanlı, bir yandan borcunu çoğaltmış bir yandan da bağımsızlığını yitirmiş, yine de “Avrupalı” olma ısrarını sürdürmüştü.

Avrupalılar ise, Osmanlı’nın daha çok Avrupalı olması için daha çok ıslahat (düzenleme) yapmasını (yani günümüzdeki uyum yasalarını) dayatmışlardı.

1856 “Islahat Fermanı” Sultan Abdülmecid tarafından bu süreçte yayınlanmıştı.

Islahat Fermanın, günümüz uyum yasaları ile örtüşen kimi hükümleri şunlar olmuştu:

-Din ve mezhep özgürlüğü sağlanacak, okul kilise ve hastane gibi binaların tamirinin yapılması,

-Patrikhanede yeni meclisler kurulması,

-Yabancılar da Osmanlı Devleti sınırları içinde mülk sahibi olabilmeleri. …

Bu koşulların yerine getirilmesi sonucunda, Avrupalı devletler ile Osmanlı arasında, 30 Mart 1856’da Paris Anlaşmasını imzalanmıştır.

Paris Anlaşmasına göre; Osmanlı İmparatorluğu ‘Avrupalı’ sayılmış ve o günlerin Avrupa Birliği konumunda olan “Avrupa Devletleri Konseyi”ne girmişti.

Avrupalı sözde “dost”larımız, Paris’te aldıkları kararların 7. maddesi ile; Osmanlı Devleti’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi kabul etmişler ve birbirlerine kefil olmuşlardı.

Ne var ki, Birinci Paylaşım (Dünya) Savaşı sonunda 1918 yılı sonbaharında İttifak Devletleri, Ateşkes Antlaşmaları imzalayıp savaştan çekildikten sonra, Paris'te Ocak 1919’da ayrı bir konferans toplanmış, 27 ülkenin katıldığı bu Konferansta;

Topraklarının bütünlüğü için güvence verilen Osmanlı imparatorluğu paylaşılmıştı.

Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı uyarınca “gavur”, denilmesi önlenen “gavur”, gavurluğunu yapmış, Mondros ve Sevr anlaşmaları ile Osmanlı toparlarını bölüşmüş, Türkler Anadolu’nun en verimsiz bölgesinde tutsak edilmişti.

Türk halkı tutsaklıktan kurtulmak için, Atatürk’ün önderliğinde güçlenen Kuvayı Milliye sayesinde, bağımsızlığımızın kazanılması ile birlikte; yer yüzünde uygulanma imkanı bulan devlet modellerinden farklı, insan onuruna en çok yaraşan devlet düzeni kurulmuştur. Büyük Türk Devrimi gerçekleşmiştir.

Kurucusu büyük Atatürk’ün adından dolayı, “Kemalizm” ya da “Atatürkçülük” olarak adlandırılan bu devlet düzeni; Tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, çağdaş devlet ve ulus devleti içermektedir.

Başka bir anlatımla; siyaset adamı, devlet adamı, kamu görevlisi olarak “Atatürk ilke ve devrimlerine sahip” olunacağına dair söz vermenin anlamı; Türkiye’nin tam bağımsızlığına, ulusal egemenliğine, ulus devlet bütünlüğüne sahip çıkarak bu ilkelerden asla ödün vermeden, çağdaş Türkiye’yi gerçekleştirmek doğrultusunda çalışmaktır.

Bu bağlamda; Türkiye’nin bağımsızlığını ve egemenliğini başka bir devlet ya da güç ile bölüşmeyi, paylaşmayı Atatürkçülük ile bağdaştırmak asla ve asla mümkün değildir.

Osmanlı İmparatorluğunu “Avrupalılaştırmak” için batağa sürükleyen, yıkıma iten dünün devşirme azınlıklarının görevini bugün; “bilim adamı” görünümünde, dış ülkelerde dersine çalışmış kimi kişiler üstlenmişlerdir. Medya aracılığı ile güvenilir kişiler olarak gösterilmeye çalışılan, kayıtsız, koşulsuz Batı hayranı olan, “Atatürk yaşasa idi, AB’ye üye olurdu” diyerek,kamuoyun yanıltmaya çalışan, Atatürk düşmanı bu kişileri ve yandaşlarını Uğur Mumcu; “dönek”, “yalaka”, “liboş”, “tekkeli liboş”,

Necip Hablemitoğlu da; "nüfuz casusu", "etki ajanı", "yönlendirici ajan" olarak tanımlamıştır. Malatya Milletvekili Süleyman Sarıbaş ise bunları, zehirli salyalarını akıtan “finoş”lar olarak nitelendirmiştir.

Yabancı güçlerin maşası durumunda olan bu “ayarlı kişiler” (ya da satın alınmışlar) televizyon programlarında, konferanslarda, yazdıkları yazılarında; toplumu uyutmak, Kuvayı Milliye ruhunu yıkmak için çaba harcamaktadırlar.

Osmanlı döneminin kapıkullarının görevini üstlenen bu kişilerin, Osmanlı’nın kapıkullarından bir farkı, kimlikleri açık olmayışıdır. Oysa Osmanlı kapıkullarının kimlikleri bilinmekteydi. Çünkü, Osmanlı döneminde devşirme işlemi, belli bir yasal düzen doğrultusunda gerçekleştirilmekteydi. Örneğin; Osmanlı döneminde, önce devşirilecek Hıristiyan çocuk sayısı belirleniyor, asıl önemlisi, devşirilen çocuğun nüfus bilgileri kayda geçiriliyordu. Devşirilen çocuklar “sürü” adı altında İstanbul’a getiriliyor, gösterişli olanlar “içoğlan” olarak saray işlerinde kullanılmak üzere “acemi oğlan” eğitime alınıyorlar, diğerleri Türk gelenekleri ve kültürünü öğrenmek üzere bir süre Türk çiftçilerinin yanına yerleştiriliyorlar, sonra yönetim kademelerine yükseltilen “kapıkulu” olmak üzere İstanbul’a geri getiriliyorlardı.

Günümüz devşirmelerinin ortak yaklaşımı; ezilen uluslara örnek olarak gerçekleştirilen, Büyük Türk Devrimini geçersiz kılmak amacıyla Atatürkçülüğün eskidiğine, Atatürk’ün yaptıklarının 1930’larda kaldığına, Atatürk’ün söylediklerinin güncelliğini yitirdiğine kamuoyunun inandırmaktır.

Atatürk’ün her biri insanlık için çıkış yolu öneren, sözlerinden birisi olan;

“… Durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün isleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi gelecek vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karsılaşmışlardır." sözlerinin günceliliğini yitirdiğini, bu sözlerden, Atatürk’ün AB yanlısı olduğu anlamını çıkarmak mümkün müdür?

Bu sözler güncelliğini yitirdi ise;

Radikal İslamcı örgütler dahil bir çok terör ve bölücü örgüt yanında, 47 ayrı yasal olmayan kuruluşa, Almanya niçin destek sağlayıp kollamaktadır?

Gurbetçi Anadolu halkının büyük çoğunluğunu bulunduğu Almanya’da, Alman planları doğrultusunda Aleviler bir yandan, Türk kimliğinden koparılıp bölücü yapılanmalara yönlendirirken bir yandan da; Ege Alevileri-Doğu Alevileri, Alili Aleviler-Alisiz Aleviler gibi ayrıştırma siyaseti güdülmekte, öte yandan Sivas’ta 37 Türk aydınının yakılmasından birinci derecede sorumlu 6 kışkırtıcı cinayet zanlısı, Alman Dış İstihbarat Servisi (BND) elemanları tarafından Esenboğa üzerinden Almanya’ya kaçırılmasının ve Almanya’da farklı kimliklerle korumasındaki planların amacı nedir? Bu tutumu görmezden gelmek “zehirli sonuçlarla” karşılaşmayı beklemek değil midir?

Türkiye AB’ye tam üye olursa (bölünmeden üye olması beklenmemelidir.) Almanya, Türkiye’ye yönelik bu hasım tutumundan vazgeçip, bu yolda yaptığı planlarını yok mu sayacak?

Öte yandan, Türkiye’nin bölüşülmesinin belgesi olan Sevr Anlaşmasının imzalandığı Sevr kentine, Fransızların diktikleri Ermeni anıtını kaldıracaklar mıdır?

Unutmayalım ki egemen güçler; insanları ve toplumu uyutarak, halkı kendi ulusal değerlerine yabancılaştırarar, onları emperyalizmin ve kapitalizmin çıkarına hizmet eden birer robot durumuna getirmek, tüm toplumu ve kitleleri istendiği doğrultuda yönlendirilmek, sindirilmek, kimliklerinden, benliklerinden, uzaklaştırılmak, ulusal bağlarını koparmak yani yozlaştırılmak için Politik propaganda yöntemini kullanmaktadırlar.

Egemen güçler, bu yöntemle amaçlarına ulaşmak için “medya” olarak adlandırılan; televizyon, internet, gazete, dergi, kitap gibi iletişimi sağlayan görsel ve yazılı basından yararlanmaktadır.

Günümüz koşullarında medya içinde en çok etkili politik propaganda aracı; televizyondur.

Egemen güçlerin denetim ve yönetiminde olan televizyon iletişimi, en korkunç silahtan çok daha yok edici etki yaratmakta, bu sayede bütün dünya bir toplama kampına dönüştürülmüş durumdadır.

Emperyalist güçler medya aracılığı ile insanları ve toplumları gütmek için; kimi politikacıları, kimi gazetecileri, kimi akademisyenleri, kimi diplomatları, kimi hukukçuları, tarikat-cemaat şeyhlerini, kimi yüksek bürokratları ya da işadamlarını kimi sivil toplum örgüt yöneticilerini kullanılmaktadır.

Yine unutulmamalıdır ki, dünün devşirmelerinin sayısı ve kökenleri belli iken günümüz örtülü devşirme hainlerin sayıları, bugün yüzbinler ile ifade edilmektedir. (deneyimli bir siyaset adamı olan Kamuran İnan, bunların sayısını ikiyüzbin olarak açıklamıştır. ) Bunların kimileri, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı görünümünde, egemen güçlerin güdüm ve desteğinde aramızda bulunmaktadırlar.

Bu bağlamda; Türkiye’nin bölünmesini çabuklaştırmak için AB’nin Türkiye’ye yönelik düzenlediği ilerleme raporlarında, ülkenin asli unsurları “azınlık” konumuna düşürülmeye çalışılması ve bu raporlara destek verilmesi, tarihi gerçekleri görmezden gelmektir.

Bu noktada, tarihi bir olayı anımsamada yarar bulunmaktadır.

1921 yılının yaz aylarıdır. Yunan ordusu Polatlı’ya dek yaklaşmış, düşmanın Ankara’ya gelebileceği varsayılarak Mecliste, Meclisin Kayseri’ye taşınması tartışmaları yapılmaktadır.

Tartışmalar sırasında, az konuşması ile tanınan bir üye söz ister, kürsüye gelir;

“Efendiler! Biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi geldik?” der ve kürsüden iner.

Bu kişi, Meclise Güney Doğu yöremizden gelen Alevi kökenli Tunceli (Dersim) Milletvekili Diyap Ağa’dır.

Avrupa Birliği ilerleme raporları ve o raporlar paralelinde yapılan düzenlemelerle, bu kahraman kişiyi “azınlık” olarak görmek, Türkiye’yi bölmek istemektir.

Günümüz devşirmeleri ile bu devşirmelerin uzantısı olan ulusal benliğini yitirmiş meTürkiye, içine itildiği koşullar sonucunda dış kuşatmayla karşı karşıya olduğu için ciddi bir iç muhasebe yapmak zorundadır. Bugüne dek Batı bloğu içerisinde yer aldık, NATO ittifakı içinde yer aldık. Dünya Konjonktüründe Türkiye Asyalı bir ülke olmasına rağmen kurucusunun, büyük Atatürk’ün ortaya koyduğu çağdaş uygarlık hedefi doğrultusunda Türkiye Batı uygarlığının içerisinde yer aldık. Hiçbir zaman karşı çıkmadığımız Avrupa’ya girmek için her türlü ödünü kabul etti. Amerika ile müttefiklik çerçevesinde her istediğini yaptık. Ama sonuç ortada:

Nerdeyse devlet olmaktan çıkma aşamasına gelmiş bir Türkiye.

Ekonomik kontrolünü kaybetmiş bir Türkiye.

Yavaş yavaş emperyalist işgalin, giderek gizli işgalden açık işgale dönüştüğü bir Türkiye.

Demek ki, ittifakla da artık bir yere gidemeyeceğimiz ve bu şimdiye kadar sürdürülen ittifakların Türkiye’nin işine yaramadığı, aksine Türkiye’nin bitişine neden olduğu ortaya çıktığı bir aşamada evet Türkiye’de bir yol ayrımına gelmiştir.

Bu yol ayrımı bundan sonra Türkiye yoluna nasıl devam edecektir?

Bu sorunun yanıtı açık ve nettir.

Kuva-i Milliye’nin başladığı 1919’daki gibi Kuruluş noktamıza geri dönerek dünyaya yeniden bakmak durumundayız.

Çünkü Avrupa 1919’daki gibi gene emperyal,

Çünkü Rusya 1919’daki gibi gene emperyal,

Birde üstüne üstlük Ortadoğu’da Siyonist İsrail var ve onun arkasındaki çok büyük siyasi emperyal güç olarak Amerika var.

Demek ki, bu coğrafyada dünyanın jeopolitik bölgesinde Türkiye orta boy bir devlet olarak yoluna devam edebilmek için şimdiye kadar sürdürmüş olduğu ittifaklarla bir yere gidemeyeceği artık kesinlik kazanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi koşulları yeniden yaşanmaktadır.

Bu koşullar karşısında millet olarak yapmamız gereken, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıklarını örnek almaktır.

Önce Anadolu’da ve Trakya’da Ulasal amaçlı dernekler kurmak, sonra bu dernekleri birleştirerek; Ulusal Hakların Savunulmasını gerçekleştirmek (Mdafaa-i Hukuku oluşturmak).

dya şarlatanları, anlayış ve kavrama yönünden Osmanlı devşirmelerinin çok daha gerisindedirler. Çünkü, Osmanlı devşirmeleri döneminde Kuvayı Milliye ve Atatürk gerçeği yaşanmamıştı. Atatürk’ün gerçekleştirdiği Büyük Türk Devrimini yadsıyarak, Türkiye’nin geleceğini Batı’da arayan, halkımıza Atatürk’ü unutturmak ve Kuvayı Milliye ruhunu köreltmek isteyenlerin oyununu bozmak için, Kemalist olma onuruna sahip olanlara, halkımızı aydınlatmak bağlamında önemli görevler düşmektedir.